İnci Tulpar Bir cadde, bin insan
HABERİ PAYLAŞ

Bir cadde, bin insan

İstiklâl Caddesi’nin yeri hep ayrıdır benim için. En sevdiğim köşesidir şu Şehr-i İstanbul’un.
Fotoğraf sanatını da pek sevdiğim ve amatörce de olsa çektiğim içindir ki, fotoğraf sergilerini ve de fırsat oldukça İstiklâl Caddesi’ne uzanıp fotoğraf çekmeyi ihmal etmem.
Bu sefer de ‘Seni Seviyorum İstanbul’ (Kez Gı Sirem İstanbul) isimli sergiyi ziyaret için Balık Pazarı’ndaki Üç Horan Ermeni Kilisesi’nin önünde buldum kendimi.
Balık Pazarı’nın delice akan muhteşem enerjisinin uğultu ve deviniminden, birden sakin ve dingin kilisenin taşlığına geçince oluşan sessizlik çok çarpıcıydı!
İlk kez girdiğim kilisenin kapısında güleryüzlü bir görevli tarafından içeri buyur edildikten sonra, serginin olduğu salona geçtim.
Sergi 100 adet fotoğraftan oluşuyor.
İstanbul’u, geçmişten günümüze, çoğu siyah-beyaz fotoğraflar ile anlatıyor.
Fotoğrafçıların tamamı İstanbul aşığı, Ermeni fotoğrafçılar. Serginin adı da bu yüzden ‘İstanbul, Seni Seviyorum’. Pek anlamlı, pek bakılası, pek hatırlanası fotoğraflar vardı doğrusu.
Ara Güler her zamanki gibi ‘usta’ olarak serginin başköşesinde, hak ettiği yerde idi.
Sessiz ve sakin bir salonda doya doya bütün fotoğraflara baktıktan sonra, İstiklâl Caddesi’nin delicesine bir güçle akan kalabalığına karıştım.
Anneler, bebek arabaları, sokak müzisyenleri, satıcılar, öğrenciler, tramvay sesi, Çiçek Pazarı müdavimleri, Galatasaray Lisesi, Tünel ve en güzel yapılardan biri olan San Antuan Kilisesi...
San Antuan Kilisesi salı günleri sabah ayinini Türkçe yapıyormuş.
Geçen haftasonu Paskalya Yortusu da olduğu için salı günü kilise dolu idi.
Ben de zaten kalabalığı ve ayin için açılmış kapıları görünce, ‘bugün ben turistim, gelmişken ziyaret edeyim’ diye girdim.
İçerde uzun yıllardır görmediğim bir üniversite arkadaşım ile karşılaştım. İstanbullu bir Hıristiyan Türk olan Jülyet, yıllar içinde sevdiklerini kaybetmiş ve ilk kez bir Paskalya’da tek başına ayine gelmiş. Beni orada görünce çok sevindi. “Ne işin var burada?” diye sorduğunda, “Bugün İstanbul’a tabiyim, ayaklarım buraya sürükledi beni” dedim.
“Yok yok, inanmıyorum, benim yalnız ve üzgün olduğumu gören Allah gönderdi seni” deyiverdi!
Birlikte Saray Muhallebicisi’ne girdik. Birer mercimek çorbası içtik.
Sağdan, soldan, geçen yıllardan, tanıdıklardan konuştuk... İyi geldi geçmişten gelen bir dostu görmek, beraber durup soluklanmak, hayattan biraz mola almak... Ayrıldıktan sonra düşündüm; son derece hızlı akan bir cadde üzerinde, milyon tane yer ve bin tane insan...
Tesadüfen ve plansız girilen bir mekân.
Ve tam o dakika artık hayatta yalnız olan eski bir dostla karşılaşmak...
Tesadüf mü, yoksa Jülyet’in dediği gibi ‘Allah’ın bilerek ayarladığı bir buluşma’ mı?
Kim bilebilir ki...

Haberin Devamı

İstanbul’da turist olmak

Haberin Devamı

Bazı günleri hayattan çalar insan.
O gün ‘yapılacaklar listesini’ belleğin çekmecelerinden birisine kapatıp avare avare düşer yollara. İşte öyle bir günde, Yerebatan Sarnıcı’nın oraya düştü yolum.
30 yıl önce gezmiştim herhalde. O zaman suların üstünde sandallar vardı. Sandallarda geziliyordu bu devasa, antik su deposu. Artık sandallar yok. Yürüme yolları var. İçerdeki 336 adet sütun yine tüm haşmeti ile ayakta.
Sütün diplerinden vuran aydınlatma ile, karanlık sarnıca büyülü bir atmosfer sağlanmış. ‘
Dilek Sütunu’ ve ‘Meduza Başlı’ iki sütunun önü kalabalıktı. Belli ki proje ödevi hazırlamakta olan 3-4 öğrenci, çok sayıda yerli ve yabancı turist geziyordu sarnıcı.
İçerde bir de saray giysili, fesli, feraceli, yaşmaklı görevliler ile 5 Euro’ya fotoğraf çektirme yeri var. Bayağı da bir ilgi vardı bu kostümlü fotoğraf olayına. Sarnıçtan çıkınca civarda gidilecek, görülecek pek çok yer var.
Sultanahmet Camii, Ayasofya, Topkapı Sarayı bu yerler arasında en bilinenleri...
Sultanahmet Meydanı civarında yerin üstü ayrı güzel, altı ayrı...‘Eski İstanbul’ olarak da bilinen bu tarihi bölge insana huzur veriyor.
Yaz sıcaklarına kalmadan bir gününüzü ‘Eski İstanbul’da turist olmak’ için kendinize ayırmanızı hararetle öneririm.

Haberin Devamı

Behzat Ç’nin 30. bölümü

Birkaç haftadır ‘Behzat Ç.’ izliyorum.
Önceki boşlukları dizinin müdavimi arkadaşlarımdan sorarak, netten önceki bölümleri izleyerek, bayağı bir ‘Ekşi Sözlük- Behzat Ç’ maddesi okuyarak doldurmaya çalıştım. Gelelim sanal paylaşım sitelerinde de çok beğenilen, çok konuşulan son bölüme: Genel intiba, bölümün şimdiye kadarki ‘en başarılı bölüm olduğu’.
Ama güzel güzel izlerken bazı sahnelerde karakterlere yazılan ‘aşırı tepkiler’ yüzünden irkildim! Örneğin; Harun’un Eda’ya çay bahçesinde gösterdiği apansız öfkeyi ve gürler gibi tepkisini hiç beklemiyordum!
‘N’oluyoruz’ oldum mu? Evet, oldum. Sonrasında da biraları alıp gece yarısı kızın kapısına dayanmasına kızdım mı? Kızdım.
Kız öncesinde uyarmaya çalışmış, Harun karakteri de replik gereği Eda ile hem alay etmiş hem de köpürmüş.
Sonra da içip içip gecenin bir yarısı kapısına giderek “Sen iste, bir lafınla atarım yüzüğü” demiş! Hatta “Seni çay içerken de, bira içerken de, simit yerken de istiyorum ben” diye eğilim olarak aşklara, aşıklara toleranslı Türk TV seyircisinin damarından duygu sömürüsü vermiş!
İyi valla!
Diğer bir irkildiğim sahne de ‘Hayalet’in tost yiyen Selim’e esaslı bir tokat aşkettiği sahne oldu!
Sayın senaristler! Anlıyoruz kişilikli bir dizi yapıyorsunuz. Karakterler gayet ‘nevi şahsına münhasır’ insanlar ama ‘ekoluk’, yani fevri tepkiler ve sinirlilik açısında ‘doz aşımına girme sınırında’ olabilir senaryo. Son eleştirim de dizinin içindeki ‘gündeme ve eski olaylara gönderme sıklığı’... Bir; çok ayan beyan yapılıyor, o zaman da işin şifreleri çözme zevki kalmıyor. İki; o kadar sık yapılıyor ki, ana hikâyenin takibi ikinci plana itiliyor.
Yine de ‘Behzat Ç.’ kendini izlettiriyor ve konuşturuyor. Hele de tam dört gözle beklenen savcı ve Behzat aşkı başlamışken

Bu yazı 30 Nisan 2011 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır

Sıradaki haber yükleniyor...
holder