Yasemin Altan

05 Aralık 2009, Cumartesi 04:00

Yardım etme hastalığına tutulanlar için küçük bir not

Hiç de iyi olmayan bir huyumu keşfettim. Yeni keşfettim ve çok rahatladım. Öyle dünya iyisi bir insan falan da değilimdir ama bende yerli yersiz yardım etme isteği var. Nereden çıktığını bilmediğim bir huy. (Gülmeyin, öyle garip bir şey) Yardım istendiğinde bunu yapmak doğal. Her insan elinden geleni yapar zaten. Ben benden yardım istendiğini varsayarak yola koyuluyorum. Bir çaba bir çaba. Elimden ne geliyorsa ardıma koymuyorum. Konuya dair tanıdığım kim varsa devreye sokuyorum. Sonra haliyle bir teşekkür bekler hale geliyorum. O yoksa da en azından saygıya benzer bir şey bekliyorum. Hiçbiri olmayınca da çok şaşırıyorum, hatta şok oluyorum, günlerce ‘bu nasıl insanlık’ sloganları atıyorum. S

on günlerde bu konu üzerinde biraz kafa yordum. “Hata bende olabilir mi?” diye. Evet, hata bende. Ben her nedense herkesin benden yardım beklediğini zannediyorum. İsteyenler de vardır elbet ama haliyle herkes değil. Beklemedikleri yardım karşısında da gereken tezahüratı göstermiyorlar. Niye göstersinler ki? Ben de bu gelmeyen takdir karşısında hem kendi değerimi düşürmüş oluyorum hem de bir şekilde aşağılanmış hissediyorum.

Aranızda mutlaka benim gibi şaşkınlar vardır. Belki size de bir hayrı dokunur diye yazdım. Siz siz olun yardım istemeyen kimseye yardım etmeye kalkmayın. Boşu boşuna ne kendinizden ne de karşınızdakinden soğuyun.

Noel Baba’ların en güzeli

Eğer çoğunluk “Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi” diye başlık atmasaydı bu başlığı tercih ederdim. Neşeli Hayat hem Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi hem de Türk sinemasının en iyi bir iki filminden biri. “En az bütçe ayırdığımız film bu” demiş Yılmaz Erdoğan. O zaman şunu anlıyoruz; bu işin dev bütçelerle alakası yok. Daha çok dev bir tecrübe ve derinlik gerekiyor.

Filmde inanılmaz bir oyunculuk seyrediyorsunuz. Yılmaz Erdoğan ve Büşra Pekin şahane. (Büşra Pekin Demet Akbağ’ı aratmıyor) Ama sadece onlar değil, en az rolü olan oyuncu bile akıllara kazınıyor.

Son derece mütevazı hayatları olan bir ailenin yer yer komik de olabilen ama aslında oldukça trajik hikayesi anlatılmış. Gülerken bile gözleriniz dolu dolu gülüyorsunuz ki bu başıma ilk kez geliyor. Filmde kesinlikle duygu sömürüsü yok ama bolca duygu var. Ve hepsi gerçek. Biri istedi diye oraya ilave olan hiçbir şey yok.

Hele diyaloglar. Her bir cümleden yedi adet ders çıkarmak mümkün.

21 Kasım 2009, Cumartesi 04:00

Yalan

Hafızam beni yanıltmıyorsa annem bana “Yalan söyleme kızım, yalan şöyledir böyledir” türü bir konuşma hiç yapmadı. Ama annem şöyle bir şey yaptı: Bana hiç yalan söylemedi. Ne pembe yalan ne de daha ciddisi. Kırk yıl içinde bir dolu süreçten geçtik beraber, çoğu zorluydu ama tek bir kez bile yalan söylemedi. Daha iyi gözüksün diye de söylemedi, ben daha iyi hissedeyim diye de.

Böyle yetişince de yalan benim hayatımın bir parçası olmadı. Hiç söylemedim mi, tabii ki söyledim. Özellikle de genç kızlık yıllarımda ama hepi topu bir gün sürdürebildim, iliklerime işlemiş olmadığından.

Şimdi övünebileceğim bir huyum varsa o da yalana mesafeli duruşumdur. Öyle olunca da yalanı alışkanlık haline getirenlerden uzak durmaya çalışıyorum. Hani işe gelmemek için hep hasta olanlar, erken kaçmak için hep bankaya gidenler, buluşma saatine beş dakika kala hep acil ve hayati bir işi çıkanlar, cebi kaybolanlar, bozulanlar, çalınanlar. Şimdi bir de herkes domuz gribi mesela. En fenası ne biliyor musunuz, bu insanların karşılarındakini enayi zannediyor olmaları.

Kadın erkek ilişkisindeki aldatma olayında da beni en rahatsız eden şeyin bu yalan olduğuna karar verdim. Gönlün başkasına kayması suç kabul edilemez ama bunu itiraf etmeden bir zamanlar gönlünü işgal etmiş olana sürekli yalan söyleme hali çok kötü değil mi? Doğru söylendiği anda ne kadar sıkıntı bile verecek olsa, sonradan saygının sürmesini sağlıyor ama yalan o insanı sonsuza kadar güvenilmez kılıyor. Yalanın biri beşi de yok üstelik. Bir kez söylenmişse hep söylenecek demek oluyor. Ya da ben aksini görmedim.

Yalansız dolansız ilişkiler yaşamanız dileğiyle...

Bu haftaki saçmalıklar

Mavi Jeans’in gelininin suda doğumu ne kadar gazete, internet sitesi varsa hepsinde yer aldı. Medyatik insanlar olmadıklarından basının bu doğumun peşinde olduğunu sanmıyorum. Belli ki özellikle haber verilmiş. Bir doğumun suda ya da değil, bu hale gelmesi beni çok rahatsız etti.

Bu

14 Kasım 2009, Cumartesi 04:00

Galiba çok abartıyorum

Geçen hafta ailemle ilgili yazdığım yazıyı, yazının öznesi hariç herkes üstüne alınmış, dedem bile. “Ya ben bu kıza ne yapmış olabilirim?” diye düşünüp duruyormuş. Eş dost aramış, cevap verememiş. Bir o kadar eş dost da annemi aramış. Annem “Bizi rezil ettin, yazma kızım böyle şeyler” diye söylenip duruyor. Yazıyı yazarken çok sıkıntılıydım ama bunları duyunca da pek güldüm.

Biraz düşününce ve biraz da çok sevgili arkadaşım Dilek ile konuşunca şunu fark ettim. Ben kendi ailemde ya da kendi hayatımda yaşananları dünyanın en büyük felaketi olarak görüyorum. Gördüğüm yetmiyor gibi bir de herkes sanki sabahtan akşama kadar benim meselelerimi konuşuyor gibi geliyor. Utanıyorum, sıkılıyorum, içime kapanıyorum, hastalanıyorum. Sanırım fazlasıyla abartıyorum. Yaşananlar benim için önemli evet de, dünya alem bu konuların peşinde değil, hatta hiç oralı değiller. Oralı olmadıkları gibi bu konuda bana espri falan yapıyorlar.

Ay bir hafifledim. Sonra da şöyle bir takım sonuçlara vardım. Belki size de bir şekilde yararı olur.

Yapmadığım şeylerin sorumluluğunu ben üstlenemem, yapanlar ailem bile olsa.

Dolayısıyla yine yapmadıklarımdan ötürü utanıyor olmam da çok saçma.

İnsanların, basının, vs sonsuza kadar çenesini kapatamam. Gücüm ona yetmez. Yetmeyen şeyler için daha fazla çabalamaya gerek yok.

Ayrıca kimsenin beni ya da ailemi yargılama hakkı yok. Baktığında ne hayatlar yaşanıyor.

Dostun gerçeği ve olmayanı böyle günlerdeki tavırlarından ortaya çıkıyor.

07 Kasım 2009, Cumartesi 04:00

Ateş düştüğü yeri yakar

Hani bazen gün güzel başlar. Uykunuzu almışsınızdır. (Ki son yıllarda bu benim için ciddi bir lüks.) Can sorunsuz okula doğru yol almıştır. Gözünüzü açar açmaz işte sorun olduğuna dair bir mail gelmemiştir. Hatta gelen mailler sorunların hallolduğuna dair maillerdir. Hava soğuk olmasına rağmen güneşlidir. Yolda insanlar sinir içinde değildir. Dolayısıyla yedi ayrı şoförle kavga etmek zorunda kalmamışsınızdır. İşe sağ salim varmışsınızdır. Güzel bir Türk kahvesi eşliğinde yoğun ama fena olmayan bir güne başlamak üzeresinizdir. Derken bir haber okursunuz bir yerde. O haber sizden başka herkes için uyduruk bir haber, bir dedikodu niteliğindedir. Sizin içinse her şeydir; geçmişiniz, gençliğiniz, çocukluğunuz... Ne garip değil mi ateş harbiden düştüğü yeri yakıyor.

Öyle oldu işte. Önce gözlerim doldu; elim ayağım titremeye başladı. Çok uzun yıllar öncesinde kalmış olsa da (yaklaşık 20 yıl) bana bunu yaşatan aile fertlerime (çoğul değil aslında sadece bir kişi) bir dolu küfrettim. Sonra ondan da vazgeçtim, oturdum masanın başına boş boş ekrana bakmaya başladım.

Yazı da yazmam gerekiyor ya bir yandan... Acaba Sevgili Betül’ü arayıp yapamayacağımı mı söylesem dedim. Sonra sorumluluk denen illet var ya yapamadım işte. Hoş o da kabul etmez zaten. Yazabileceğim tek şeyi, şimdiki duygularımı yazmaya karar verdim.

İnsan ailesini seçemiyor evet. Ama maalesef seçemediği o aile yapacağı her seçimde etkili oluyor. Onların sana yaptıkları ya da yapamadıkları senin hataların olarak hayat boyu karşına çıkıyor. Ailende o duygu eksik olduğu için o adamı seçiyorsun, olmuyor, bu duygu eksik olduğu için diğer adamı seçiyorsun, o da olmuyor. Aslında en büyük korkun olan ‘yalnız kalmak’ ile ise hala baş etmeye çalışıyorsun. İş hayatında iyi kötü dikiş tutturmuşsun ama özel hayat tam bir başarısızlık hikayesi. Bir tek iyi anne olmayı becermişsin, en azından şimdilik.

Şimdi düşünüyorum da bu şartlar ve bu geçmiş ışığında başka türlü olması da mümkün değilmiş zaten. Düşünsene paramparça bir çocuk büyüyor ve şahane seçimler yapıyor. Yok öyle bir şey. Sağa sola savrulmadan, kendini rezil etmeden, işinde gücünde bir hayat yaşamak ve de bir çocuk sahibi olmak varılabilecek en muazzam nokta, ötesini beklemek biraz enayilik.

Not: Diğer köşe yazarları gibi “Siz de anlatın bakalım çocukluğunuzda neler yaşadınız?” diye sormayacağım. Nedense çok sahte geliyor ve umurlarında olduğunu da sanmıyorum. Herkesin acısı kendine önemli.

Fahişe

Leonard Cohen