Sadık Gültekin’le Doğru Tercih

13 Mayıs 2024, Pazartesi 07:00

‘Emoji Nesli’nin Türkçe ile sınavı

TikTok, 10 dakikaya kadar videoya izin veriyor ancak anketler, kullanıcıların neredeyse yarısının bir dakikadan uzun süreli herhangi bir videodan sıkıldığını gösteriyor. Bir Instagram videosu 90 saniyeye kadar olabilir ancak uzmanlar etkileşimi en üst düzeye çıkarmak için ideal sürenin 15 saniyeden daha kısa olduğunu söylüyor. X, 2017’de tweetlerin uzunluğunu 280 karaktere çıkardı ancak anketler ortalama tweet uzunluğunun en çok 33 karakter olduğunu gösteriyor…

Neden böyle oluyor, neden sözcükler bu kadar kısalıyor? Modern dönemin hastalıklarından biri olarak gördüğümüz sabırsızlık hastalığını ortaya çıkaran nedenlerin başında, kitap okumamak ve tahammülsüz oluşumuz geliyor. İfade ve iletişim kurabilmek için kolaya kaçıyoruz ya bağırıyoruz ya da kavga ediyoruz, çünkü söyleyecek bir çift sözümüz yok! İfade yeteneğimiz teknolojinin gelişimiyle büyük boyutta kayboldu.

‘Sonsuz kaydırma’ özelliği sayesinde kelimeler daraldı, bakışlar donuklaştı. Hayatı kaydırılan bu ekranlardan yakalamaya çalışıyoruz. Daha önceleri sayfaları çeviren parmaklar, şimdilerde ekranları kaydırıyor. Kaydırılan ekranlar tatminsizlik, mutsuzluk, ilgi açlığı, iletişimsizlik, yalnızlık olarak bize geri dönüyor. En kısa sürede en fazla haz alma isteği her şeyin önüne geçti.

İnsanların kelime haznesi daraldı, kelimeleri küçüldü. Gelişen ve değişen dünyada o kadar hızlı yaşamaya başladık ki her şey anında ve istediğimiz şekilde olsun istiyoruz. Kısaltmalar, emojiler kelimelerin yerini aldı. Yeni nesil kelimeleri daha da tasarruflu kullanıyor, dertlerini en kısa kelimelerle anlatmaya çalışıyor. Söylemek istediklerini en hızlı ve kısa şekilde söylemek istiyor. Kelimeler daraldıkça, zihinleri de daralmaya başladı! Normal bir insan günlük konuşmasında yaklaşık bin ila 3 bin dolayında farklı kelime kullanıyor. Bu sayı kişinin yaşı, eğitim seviyesi, mesleğine göre değişiyor.

Türkçede 80 bin dolayında ana kelime olmasına karşın, nüfusun büyük bölümü günlük yaşamda ortalama 300 kelime kullanıyor. Kelime hazinesi bakımından oldukça zengin bir dil olan Türkçe’nin sadece binde 5’ine hakimiz. Dilimiz daraldıkça zihnimiz de daralmaya başladı. Eski yazarlar 10-15 bin kelimeyle roman yazarken, şimdiki zamanlarda bu sayı yavaş yavaş düştü. Şimdiki yazarlar daha dar bir kelime kadrosuyla yazıyor, 5-6 bin kelimeyle romanlar yazılıyor.

Düşünceyi törpüleyen, farklı ses ve görüşleri yok eden, kendine öğretilenden başka türlü düşünmeye izin vermeyen eğitim sisteminin yetiştirdiği gençliğin durumu daha da vahim! Bu eğitim sistemi ‘sen kendi cümleni kurma, verdiğim kalıpları öğren ve bunları yaşam boyu kullan’ diyor. Sistem, okuma alışkanlığı kazandırmıyor. Test sisteminin kaybettirdiği okuma alışkanlığını, yine test sistemi ile gidermeye çalışıyoruz.

MEB’in ‘2024-2028 Stratejik Planı’nda, ilkokulda okunan kitap sayısının 25, ortaokulda 8 ve lisede 1 olduğunu görüyoruz. Ne yazık ki bu sistemde yetişen genç, kitap okumaya gerek duymuyor. Kelime dağarcığını genişletmeye önce ders kitaplarıyla başlamak gerekir. İlk ve ortaokulda ders kitapları 600 kelimeyle yazılıyor. Lisede ise bin kelimeyi geçmiyor. İlkokuldan itibaren batı ülkelerinde 2 bin kelimelik ders kitapları yazılıyor. Son yıllarda okuma becerisinin tüm ulusal sınavlarda kritik nokta haline geldiğini görüyoruz.

Bu yıl da hemen hemen her testte okuma becerisi, yorum gücü ve analiz yeteneklerinin ölçüldüğü sorular olacak. Adayları en çok uzun paragraf soruları zorluyor. Okumaya ve yoruma dayalı yeni nesil sorular, adaylara daha önce uygulanan sınavlardaki sorulara göre daha karmaşık geliyor. Yeni nesil sorular okuma ağırlıklı ve daha uzun, önceki yıllarda çıkan sorular gibi tek boyutlu yanıt isteyen sorular değil. Yeterince okuma alışkanlığı olmayan öğrenciler, ne yazık ki sınavın yarısında ayılmaya bayılmaya başlıyor…

08 Mayıs 2024, Çarşamba 07:00

Taşa meramını anlatabilirsin ama...

“Düşünen Adam” heykeli, Fransız heykeltıraş Auguste Rodin tarafından yapılan bir sanat eseridir. Heykelin yapımına 1902 yılında başlayan Rodin, bunu asistanı Henri LeBossé ile birlikte 1904 yılında tamamladı. Dünyanın en ünlü heykellerinden birisi olan bu eser, genellikle felsefi düşünceyi anlatan bir simge olarak kullanılır… Dünya genelinde birçok müze ve sanat galerisinde kopyaları sergilenen “Düşünen Adam” heykeli, ülkemizde ne yazık ki “ruh ve sinir hastalıkları” ile özdeşleşmiştir. Bunun nedeni Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin ön bahçesinde bulunan kopyasıdır. Dünyanın pek çok ülkesinde Rodin’in “Düşünen Adam” heykelinin kopyaları müze ve üniversite kampüslerinde sergilenirken, onu akıl hastanesi bahçesine koyan tek ülke Türkiye’dir... Zamanla bu eserin birçok kopyası yapıldı. Felsefeyi ve düşünmeyi simgeleyen bu kopyalar Belçika, Almanya, Norveç, Japonya, Fransa, Danimarka gibi farklı ülkelerde müzeleri ve üniversitelerin kampüslerini süslüyor. İşin en ilginç tarafı hiçbir ülkede, bu heykeli bir akıl hastanesinin bahçesine yerleştirmek fikri, kimsenin aklına gelmedi. Oysa bu fikir, ilk olarak 1950’li yıllarda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Fahri Celal Göktulga’nın aklına geldi! Dr. Göktulga, hastane çevre düzenlemesi yapılırken, bir dergide fotoğrafını gördüğü “Düşünen Adam” heykelinin hastanenin ön bahçesine çok yakışacağını düşünür. Heykelin yapımına Kemal Künmat tarafından 1951’de başlanır. Künmat, 1930’lu yıllarda dönemin sayfiye semti Bakırköy’de oturuyordur. Evinin bahçesinde nü bir kadın heykeli yapıp sergiler. Uzun yıllar bahçesini süsleyen bu heykel nedeniyle oturduğu ev, Bakırköy’ün bilinen evleri arasında yer alır. Kendisi Rodin hayranı bir heykeltıraştır ve rahatsızlığı nedeniyle bir süreliğine hastanede bulunmaktadır. Heykeltıraş Kemal Künmat’tan, heykelin yapımı için ricada bulunulur. Künmat’ın görevi kabul etmesi ile devasa bir kaya kütlesi askeriyenin de yardımıyla heykelin yapılacağı alana taşınır. Taş kütlesi, heykeltıraşın ellerinde şekillenip, “Düşünen Adam”a dönüşmeye başlayınca, Künmat emeğinin karşılığını talep eder. Talep ettiği bedel günün şartlarına göre oldukça yüksek bir meblağdır. Hastane yönetimi Künmat’ı ikna etmek için, onu en iyi odalarda ağırlayıp ufak tefek hediyeler alsa da başarılı olamaz. Künmat, heykeli yarım bırakıp hastaneden ayrılır. Künmat’ın hastaneden ayrılması nedeniyle heykel altı ay kadar bir eli eksik kalır. Hastalar arasında eli heykeltıraşlığa yatkın olan birisi aranır. Bir süre sonra, depresyon tedavisi için gönderilen bir subay resim ve heykelle hobi olarak ilgilendiğini söyler. Mehmet Pişdar, çalışmayı tamamlamak için kolları sıvar ve 41 gün çalıştıktan sonra heykeli tamamlar. Heykelin açılışı 4 Aralık 1951’de törenle yapılır. “Düşünen Adam” heykelini tamamlayan Mehmet Pişdar, 1952’de hastane anılarını “Tımarhanede 3.5 Yıl” başlığıyla Milliyet gazetesinde yayımlar. Kendisi ve heykel hakkında “Güzel sanatlara doğuştan sevgim ve istidadım olmasına rağmen, lüzumundan fazla üzerine düşmek istemedim. Nitekim bu sanat, yine benim için bir gaye olmayıp, ancak vasıta kalacaktır. Bu sanatın en hürmet ettiğim tarafı nankör olmayışıdır. Zira insanlar her taşa toprağa meram anlatabilmişler, fakat insana asla!” der… Heykelin tamamlanmasından sonra, hastane başhekimi ‘Neden bahçeye düşünen adam heykeli dikildiği’ hakkında sorular soran gazetecilere şu cevabı verir: “Hastane dışındakilerin durumu içeridekilerden daha kötü. Bu heykel, onların durumu ne olacak diye düşünüyor.”

06 Mayıs 2024, Pazartesi 07:00

Naçizane öneri: İntergali kaldırmayın!

MEB yeni müfredat taslağını yayınladı. Yayınlanan taslakta ortaöğretim matematik ders programı kapsamında 12. sınıflarda işlenen integral konusunun müfredattan çıkarıldığı görülüyor. Limit ve türev kavramları ise daha kapsamlı bir şekilde ele alınıyor. Milli Eğitim Bakanı Tekin, yeni müfredat taslağında integral konusunun olmamasına ilişkin, “Çocukların aldığı kazanım ya da öğrenme çıktısının iki katı kadar çocuğumuza yük yüklüyoruz. Dolayısıyla neler gerektiyse onlar kaldı, diğerleri çıkartıldı. İntegral de bunlardan biri. Bize olumlu katkı vermek isteyen her kim varsa, kapımız her zaman açık” diyor. Ben de olumlu bir katkıda bulunmak istiyorum… Türev ve integral matematiğin demirbaş konularındandır ve bu ikili arasında derin bir bağlantı vardır. İntegral, parçalardan oluşan bütün demektir. Belli bir aralıktaki toplam değişimi ifade etmek için kullanılır. İntegralin anlaşılması için türevin de iyi anlaşılmış olması gerekir, çünkü türev ve integral konuları birbirini takip eden ve birbirleriyle bağlantılı konulardır. İntegral genellikle türevin tersi olarak ifade edilir. Türev, bir şeyin başka bir şeye göre olan değişim miktarını ölçerken; integral bir aralıktaki toplam biriken değişim miktarını ölçer. İntegral konusu trigonometriyle de yakından ilişkilidir, trigonometriye dayanır. Tek katlı integral bizim tek düzlem üzerindeki sınırı verir yani belirli bir sınırlar arasındaki UZUNLUĞU temsil eder. İki katlı integral 2. dereceden olduğu için belirli bir sınırlar içerisindeki ALANI temsil eder. Üç katlı integral ise 3 boyutta olduğu için bize belirli sınırlar arasındaki HACMİ temsil eder. İntegral matematik alanında en temel kullanım alanlarından biridir. Fonksiyonların alanlarını hesaplamak, eğrilerin altında kalan alanları bulmak gibi birçok matematiksel problemin çözümünde integral kullanılır. İntegralin kelime anlamı “sonsuz toplam”dır. İntegral, fiziğin neredeyse her yerinde vardır: Hareket, kuvvet, enerji gibi konuların analizinde integral yöntemleri kullanılır. Örneğin, bir cismin ivmesini veya hızını hesaplamak için integral kullanılabilir. Her gün kullandığımız küre, koni gibi cisimlerin yüzey alanları ve hacimlerinin hesabı integral ile yapılır. Her türlü alan ve hacim hesaplarında kullanılır.

* * *

Günlük hayatımızda hemen hemen her yerde integrali görmek mümkündür. İntegral, mühendislik alanında birçok farklı uygulamalarda bulunur. Elektrik mühendisliğinde akım ve gerilim hesaplamalarında, makine mühendisliğinde hareket ve enerji hesaplamalarında, inşaat mühendisliğinde alan ve hacim hesaplamalarında kullanılır. Gökdelenlerin, köprülerin inşaasında integral kullanılır. Yükseklere çıkıldıkça ortaya çıkan hava basıncı, yüzeye yaptığı etki, integral ile hesaplanır. Ekonomi alanında özellikle mikroekonomi ve makroekonomi modellerinde, talep ve arz fonksiyonlarının alanlarını hesaplamak için integral kullanılır. Ayrıca, ekonomik büyüme ve verimlilik analizlerinde de kullanılır. Finans sektöründe yatırımların değerini hesaplamak için kullanılır. Günlük hayatta yol mesafelerini hesaplamak için integral kullanılır. Özellikle biyokimya ve farmakoloji alanlarında ilaçların vücutta nasıl dağıldığını ve etkileşimlerini analiz etmek için integral kullanılır. Ayrıca radyoloji alanında görüntü işleme ve analizinde de kullanılır. Kimyasal tepkimelerin hızını hesaplamak için integral kullanılır. Bilgisayar bilimi alanında görüntü işleme, veri analizi ve yapay zeka gibi konularda kullanılır. Son söz: Hayatın bu kadar içinde olan ve matematiğin birçok konusuyla ilişkili olan integral, asla programdan çıkarılmamalıdır!

01 Mayıs 2024, Çarşamba 07:00

Para hırsı çok kötü bir şey!

Güney Denizi Şirketi (The South Sea Company), İngiltere’nin kolonilerindeki ticareti teşvik etmek ve milli borcunu azaltmak amacıyla Güney Amerika’da faaliyet gösteren ticari bir şirkettir. Şirketin borsada işlem gören hisse senetlerinin değeri, şirketin gerçek performansını aşan derecede şişirildi. Güney Denizi Şirketi’nin hisse senetleri çok kısa bir sürede astronomik fiyatlara ulaştı ve birçok yatırımcı, hızlı şekilde zengin olma umuduyla bu spekülasyona dahil oldu. Ancak gerçek değeri aşan bu yüksek fiyatlar sürdürülemezdi. “Güney Denizi Balonu” patladığında, hisse senetlerinin değeri hızla düştü ve birçok yatırımcı büyük zararlarla karşılaştı. Dünya tarihinde ilk görülen spekülatif balon, 1600’lü yıllarda yaşanan “Lale Çılgınlığı Balonu”dur. Bunu izleyen bir diğer spekülatif balon ise 1720’lerdeki “Güney Denizi Balonu”dur. Bu finansal çöküş ya da saadet zinciri oluşumu esnasında, ünlü bilim insanı Sir Isaac Newton da Güney Denizi Şirketi yatırımcıları arasında bulunuyordu ve bu yatırımdan günümüz parası ile dört milyon dolar kaybetti. Şirket, krizden sonra yeniden yapılanmaya gitti ve yüz yıldan daha uzun bir süre faaliyetlerine devam etti. Newton, genelde temkinli bir yatırımcıydı. Parasının çoğunu çeşitli devlet tahvillerinde değerlendiriyordu. Bunlar, onun için düzenli bir gelir akışı sağlayan sorunsuz yatırımlardı. Borsa konusunda da hiçbir zaman hırslı davranmadı. Ağustos 1720’de Londra borsası, eşi benzeri görülmeyen bir patlamayla yükseldi. Newton, Güney Denizi Şirketi hisselerine bir miktar yatırım yaptı ve beklemeye başladı. Ancak şirketin hisselerindeki artış sürekli devam ediyordu... Ocak ayından itibaren şirketin hisseleri sekiz kat arttı ve binlerce kişi zengin oldu. Newton, bu yükselişe daha fazla kayıtsız kalamadı ve tüm devlet tahvillerini bozdurdu ve parasının tümünü Güney Denizi Şirketi hisselerine yatırdı! Ancak Newton’un hesaba katmadığı bir gerçek vardı: Borsa, yatırımcılar için hem büyük fırsatlar hem de büyük riskler barındıran bir alandır! Şirketin hisse fiyatları 1720 senesinin ocak ayında 128 pounddan, aynı senenin ağustos ayına kadar katlanarak 1000 pounda kadar yükseldi. Devamında şirketin hisse senetlerine büyük ilgi gösterildi. İnsanlar Güney Amerika’dan altın ve gümüş cevherlerinin Avrupa’ya geleceğini beklemeye başladı. Gerçekçi olmayan bu bekleyiş, hisse senedi balonunun büyümesine yol açtı. İngiltere ve İspanya arasındaki savaş, ticareti oldukça yavaşlattı. Ticaretin kötü gidişatını dikkate almayan yatırımcılar, hisse senedi almaya devam etti. Şirket olumlu hiçbir şey yapmamasına rağmen hisseleri bir yıldan daha kısa bir sürede yüzde 900’den fazla arttı. İyice şişen balon 1720’de patladı. Güney Denizi Şirketi’nin hisseleri, yükseldiği hızla düşüşe geçti. İspanya Veraset Savaşı 1713’te sona erdiğinde, beklenen ticaret patlaması yaşanmadı. İspanya, İngiltere’ye sınırlı miktarda ticarete izin verdi. Önce yöneticiler ardından yatırımcılar hisseleri ellerinden çıkarmaya başladı. Fiyatlar hızlı bir şekilde düşüşe geçti. Güney Denizi Şirketi’nin hisseleri 31 Ağustos 1720’de 775 pounda, ekimde 290 pounda, kasım ayında ise 150 pounda kadar geriledi. Balonun patlaması ile oluşan kriz, birçok kişinin varlığını kaybetmesine neden oldu. Newton’un borsadaki kaybı, yaklaşık 20 bin sterlin yani bugünün parasıyla 4 milyon dolar kadardı. Newton’un kaybının bu denli büyük olmasının nedeni, balonun patlama seviyesine yaklaştığı noktada alımlarını sürdürmüş olması ve bitmek bilmez kazanma hırsıydı. Kaybettiği miktar, onun hayatı boyunca kazandığı ve biriktirdiği servetinin neredeyse tamamıydı. Newton’un bu olaya istinaden “Gök cisimlerinin hareketlerini hesaplayabiliyorum, ama insanların çılgınlıklarını hesaplayamıyorum” dediği rivayet edilir…

29 Nisan 2024, Pazartesi 07:00

Artı ve eksileriyle Kara Kemal...

“Kara Kemal’in kulakları ağır duyuyordu. Yine de gürültüye irkildi. Olacakları anlamıştı. Odadan, bahçeye atladı. Bahçedeki tavuk kümesine girdi ve belinden çıkardığı tabancasını başına sıktı.” Kemal Tahir’in “Kurt Kanunu” adlı romanında bu kadar ayrıntılı bilgi verebilmesinin nedeni, romanda Kara Kemal’in saklandığı evin sahibi emekli maliyeci Emin Bey olarak bahsedilen şahsın gerçekte Kemal Tahir’in dayısı olan bir emekli posta memuru olmasıdır.

Polis evde yanar vaziyette bıraktığı sigara ve bahçeye açılan pencerenin açık olmasına bakarak arama başlatınca yakalanmamak için kümeste intihar etti. Kara Kemal’in intiharı tartışmalıdır; Selahattin Duman bir yazısında Kara Kemal’in cesedinin fotoğrafı olduğunu, göğsünde dört kurşun yarası bulunduğunu ve kesin olarak vurulduğunu iddia eder. Ten renginin koyuluğu ve sahip olduğu gizemli kişilik sebebiyle Kara Kemal olarak anılır. I. Dünya Savaşı sonrası mütareke yıllarında Kara Vasıf ile birlikte Karokol Cemiyeti’ni kurdu.

Kuva-yı Milliye’ye İstanbul’dan cephane ve adam gönderdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ‘küçük efendisi’ olarak bilinir. ‘Büyük efendi’ Talat Paşa’nın sağ koludur. İttihat ve Terakki’nin iktisadi aklı olmasına rağmen, cebinde sigara parası olmadığında diğer ittihatçılardan borç alan birisidir. Cumhuriyet döneminde esnaf örgütlenmesine giderek, birçok şirket kurdu. Savaş yıllarında daha çok iktisadi alandaki çalışmalarıyla ön plana çıktı. Cemiyetin benimsediği “Milli İktisat” politikası doğrultusunda gayrimüslim kesimin ülke ekonomisi üzerindeki egemenliğini milli burjuvazinin gücüyle kırmayı amaçladı.

Sayıları savaşın sonuna doğru 92’yi bulan sayıda milli şirketin kurulmasını sağladı. Kara Kemal, milli şirketlerden sonra milli bankaların kuruluşuna da öncülük etti. Milli Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra İttihatçı kadroları yeniden iktidara getirmek ümidiyle Atatürk’ün yakın çevresine girmeye çalıştı. Kara Kemal, İzmit görüşmesinden sonra Atatürk’ün İttihatçılara geçit vermeyeceğini anladı. İstanbul’a döndükten sonra eski İttihatçı arkadaşlarıyla sık sık toplanarak İttihat ve Terakki’yi yeniden iktidara taşımanın yollarını aradı. Atatürk, Karakol Cemiyeti’nin Anadolu’daki milli direnişi İttihatçı harekete dönüştürme amacına yönelebileceğini hesaba katarak Kara Kemal ve ekibine karşı daima mesafeli durdu.

Kara Kemal’i gizlice takip ettiren Atatürk, onun gerçek niyetini anlamakta güçlük çekmedi. Kurtuluş Savaşı sonrası Kara Kemal başta olmak üzere ülkede kalan eski İttihatçılar, Mustafa Kemal Paşa ve ekibi yerine kendilerini yeniden iktidara taşımak amacıyla dönemin Maliye Nazırı Cavit Bey’in Şişli’deki evinde toplantılar düzenlemeye başladı. Söz konusu görüşmelerin sonucunda Mustafa Kemal Paşa’ya suikast düzenlenmesi kararlaştırıldı. Suikastın tetikçileri arasında yer alan Motorcu Giritli Şevki isimli şahsın suikast planındaki bazı aksamalar nedeniyle korkuya kapılıp, 14 Haziran 1926’da durumu İzmir Valiliği’ne ihbar etmesi üzerine, suikast hazırlığı açığa çıktı.

Suikast girişiminin Atatürk’ün şahsını ortadan kaldırmaktan çok yönetimi devirip İttihat ve Terakki’yi iktidara geçirmeyi amaçladığı kanaatine varıldı. Suikastin azmettirici ve baş tertipçisinin Kara Kemal olduğu anlaşıldı. 1926 yılında Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi. Güvenli olduğunu düşündüğü bir evde kıstırılınca bahçedeki kümese saklandı ve yakalanacağını anlayınca intihar etti. Kara Kemal’in engel olunamaz bir tutkuyla bağlandığı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ihya etme çabaları, kendi hayatıyla birlikte fırkanın da sonunu hazırladı…

24 Nisan 2024, Çarşamba 07:00

Devalüasyon her daim başa bela!

Osmanlı parası, 16. yüzyılın ortalarına kadar değerini korudu. Ancak Amerika’nın keşfiyle altın ve gümüşün bollanması, Avrupalı tüccarların Osmanlı ülkesine soktuğu gümüşlerin ülkede gümüş bolluğu yaratması, Osmanlı askeri gücünün diğer devletlerin askeri gücüne olan üstünlüğünün sona ermesi, askeri ve mülki harcamaların giderek artması ekonomide dengenin bozulmasına ve enflasyon baskısının tetiklenmesine neden oldu. Yine aynı dönemde Afrika’nın güneyinden Hindistan’a giden deniz yolunun keşfedilmesi, Osmanlı’nın kadim ticaret yollarından elde ettiği gelirlerde ciddi manada kayıplar yaşamasına neden oldu. Osmanlı İmparatorluğu ile Safevi Devleti arasında 12 yıl süren savaş da bu süreçte ekonomiye büyük yük getirdi. 1548-1586 yılları arasında Osmanlı ekonomisinde büyük bir devalüasyon yaşandı. Osmanlı parası değer kaybetti, akçenin alım gücü zayıfladı. Akçenin değeri bir anda yüzde 50 düşürüldü. İstanbul esnafı düşük ayarlı akçe yüzünden fiyatlara zam yaptı. Yeniçeriler büyük bir ekonomik sıkıntıyla karşı karşıya kaldı. Ulufesi 10 altın olan bir Yeniçeri, bu süreçte 5 altın almaya başladı. III. Murat, akçedeki düzenleme işini Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’ya havale etti. Paşa, piyasadaki tüm paraları toplayacak ve yenilerini piyasaya sürecekti. Ancak bu maliyetli bir işti. Bu maliyeti karşılamak için yeni vergiler getirildi. Getirilen bu vergiler, halk tarafından tepkiyle karşılandı. Bu süreçte Yeniçerilerin ulufe vakti geldi. Ulufeler, değeri düşürülmüş akçeyle ödendi. Bu durum ilk etapta Yeniçeriler tarafından iyi karşılanmasa da herhangi bir olumsuzluk yaşanmadı. Fakat ilerleyen süreçte Yeniçerilerin bu parayı esnafa kabul ettirmekte zorlanmasıyla kargaşa başladı. 2 Nisan 1589’da genel bir isyan patlak verdi. Yeniçeriler dertlerini önce şeyhülislama, sonra sadrazama iletti. İstedikleri yanıtı alamayınca da isyan ettiler. Yeniçeriler, Topkapı Sarayı’nın iç ve dış avlusunu bastı. Dönemin padişahı Sultan III. Murad tarafından gönderilen devlet adamlarını muhatap dahi almadılar. Ardından paranın değerini kaybetmesinden mesul tuttukları Rumeli Beylerbeyi Doğancı Mehmed Paşa ve Defterdar Mahmud Efendi’nin kendilerine verilmesini talep ettiler “Verilmezlerse başka padişah buluruz” tehdidini savurdular. Vezir-i azam Siyavuş Paşa’nın da azlini istediler. III. Murad, işin ucunun kendisine dayanacağını anlayınca içoğlanları, bostancılar ve baltacıların silahlarını ellerine alıp karşı koymalarını emretti. Vezirler padişahı fikrinden caydırıp Yeniçerilerin istedikleri adamların teslim edilmesini sağladı. İki devlet adamının başı, Yeniçeriler tarafından hemen oracıkta kesildi. Siyavuş Paşa ise görevden azledildi. Başları kesilen bu devlet adamlarından sonra Yeniçeriler, her olumsuzlukta istedikleri devlet adamının kellesini almayı başardı. Fakat bu isyan süresince yaşanan yağmalar, çıkan yangınlar İstanbul’a büyük zarar verdi. Beylerbeyi’nin tamamlayamadığı düzenlemeyi, bu hadiseden sonra vezir-i azamlığa getirilen Koca Sinan Paşa tamamladı, çünkü akçenin değerinin düşürülmesi kaçınılmaz bir sondu! Yeniçerilerin “kelle isterüz” talebiyle padişahın karşısına çıktıkları bu kanlı isyan, tarihte “Beylerbeyi Vakası” olarak geçer. Beylerbeyi Vakası, Osmanlı hanedanının otoritesinin ilk kez sorgulandığı bir isyandır. Beylerbeyi Vakası, aynı zamanda Osmanlı hükümdarlarının saltanatlarının devamlılığını sağlamak açısından dara düşüp, kapıkullarına taviz vermek zorunda kaldığı, yani geri adım attığı ilk olaydır. Bu olaydan sonra kapıkulları, neredeyse her olumsuzlukta istedikleri devlet adamının kellesini almaya devam etti...

22 Nisan 2024, Pazartesi 07:00

Niyeti iyi, sonucu hüsran proje

Darüleytam, Balkan ve I. Dünya savaşlarında kimsesiz kalan çocukları barındırmak ve bir meslek edindirmek amacıyla kurulan müesseselerin adıdır. “Yetimler yurdu, yetimhane” anlamına gelen darüleytam, 25 Kasım 1914 tarihinde kuruldu. Darüleytamlar esas olarak şehit çocuklarına sahip çıkma amacını taşısalar da kuruma alınacakların kapsamı geniş tutuldu; yetim, öksüz ve korunmaya muhtaç tüm kimsesiz çocuklar darüleytama kabul edildi. Darüleytamların gaye ve işlevlerine bakıldığında, salt bir yetimhane vazifesi olarak faaliyet göstermedikleri, öğrencileri bir sanat dalında uzmanlaştıracak tarzda çalıştıkları görülür.

Darüleytamlar, I. Dünya Savaşı’nın uzamasıyla bağlantılı olarak öğrenci sayısındaki artışlar üzerine bir süre sonra öğrenci kabul edememe noktasına geldi. Hatta devletin maddi durumu, gıda ve eşya fiyatlarında görülen aşırı yükselmeler, 15-20 binleri bulan darüleytam öğrencilerinin bakımını güçleştirdi. Bu süreçte bazı taşra darüleytamları kapatıldı. Darüleytam öğrencilerinin yurt dışında eğitim almaları yönünde çalışmalar da oldu. Özellikle müttefik devlet Almanya, öğrencilerin eğitim amaçlı gittiği ilk ülkedir.

Bu eğitim teknik alanlarda olduğu kadar sanat dallarını da kapsıyordu. Almanya ile darüleytam ilişkisi sadece eğitim yönüyle değil darüleytamların kuruluşlarında ve yapımındaki yardımları bakımından da önemlidir. Özellikle zirai ve sanayi alanlarında yoğunlaşan bu eğitim süreçlerinde İttihat ve Terakki’nin eğitim politikalarının izleri görülüyordu. 1916’da Enver Paşa, Alman Askeri Ataşesi’ne hükümetin 12 ila 18 yaşlarında 5 ila 10 bin erkek yetimi Almanya’ya göndermeye istekli olduğunu bildirdi. Bu çocuklar el sanatları, madencilik, ormancılık ve sütçülük de dahil olmak üzere ziraat alanlarında çırak olacaktı.

Enver Paşa’yı böyle bir planı hayata geçirmeye sevk eden, sayıları 10 binin üstünde yetimin masraflarını karşılamakta zorlanan darüleytamların durumu ve ardı arkası kesilmeyen yeni kabul başvurularıydı. Alman dışişleri, binlerce değil de birkaç yüz yetimle projeyi sabitledi. İlk olarak 300 çırak gönderilmesi düşünüldü. Maarif Nezareti ve Darüleytam Umum Müdürlüğü, bu ilk grubu gönüllüler arasından, İstanbul yetimhanelerinden seçti. 292 öğrencilik ilk kafile, 17 Nisan 1917 tarihinde yola çıktı.

200 çocuktan oluşan ikinci grup, ilk grubun aksine, Anadolu’daki yetimhanelerden toplandı. Alman kaynaklarına göre 1918 yılı itibarıyla bin 500 öğrenci bu haktan yararlanıyordu. Ancak hem Almanya’da hem Osmanlı’da, Almanya’daki darüleytam öğrencileri önemli tartışmalara neden oldu. Çeşitli nedenlerle darüleytam öğrencileri firar ediyordu. Bu kaçışlarda yanlış meslek seçimi, memleket özlemi, mizaç uyumsuzluğu, sebatsızlık vb. gibi faktörler etkili oldu. Hatta eğitimini tamamlayıp dönen öğrenciler dahi bu belirsizlikten nasibini aldı.

İlk kafilenin Berlin’e varmasından kısa zaman sonra başlayan sorunlara savaşın getirdiği maddi sorunlar da eklenince sıkıntılar daha da arttı. Sağlık problemleri, öğrencilerin yaşlarının küçüklüğü ve daha önceki çıraklık deneyimlerinin tutarsızlığı yüzünden ilk iki ay içinde yetimlerin yüzde 25’i geri gönderildi. Kaçanlar ve kaybolanlarla birlikte maden çıraklarından geriye 140, zanaat çıraklarından ise 181 öğrenci kaldı. Görüldüğü üzere Almanya’ya giden darüleytam öğrencilerinin Avrupa macerası sıkıntılı geçti. Özünde iyi olan ancak savaşın sonuçları nedeniyle iyi yönetilemeyen süreç, hüsranla sonuçlandı ve güzel hayallerle başlayan bu macera, ne yazık ki savaşın yıkıntıları arasında kayboldu. Eğitim için darüleytam tarafından Almanya’ya gönderilen ancak orada perişan bir halde bulunan talebelerden çoğunun İstanbul’a geri döndüğü, kalanların ise Almanya’da sahipsiz kaldığı görülüyor...

17 Nisan 2024, Çarşamba 07:00

Yüzüne tükürülen 'Gavur Mümin'

Mümin, 1892 yılında İzmir’de oldukça tanınmış ve varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1911 yılında Beylerbeyi Yedek Subay Okulu’ndan teğmen rütbesiyle mezun oldu. Balkan Savaşları’nda Edirne’de görev aldı. 1915 yılında I. Dünya Savaşı patlak verince Çanakkale’de çarpıştı ve ardından Doğu Cephesi’ne gitti. İzmir’in işgalinden önce İzmir Jandarma Alay Komutanlığı’nda görevlendirildi.

Mümin, işgal zamanında İzmir’den Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa’nın yanına gitmek istedi ancak Mustafa Kemal Paşa, çok iyi Rumca bildiği için, onun İzmir’de kalarak kendisinin gözü kulağı olmasını istedi. Yunanların Ege ve İç Anadolu’daki askeri hareketlerinin bilinmesi, Milli Mücadele’nin gücünü artıracaktı. Mümin, İzmir Belediye Başkanı Hacı Hasan Bey’in referansıyla Yunan ordusuna sızdı. Mümin çok iyi Rumca konuşabiliyordu. Albay Zafiriu’ya kendisini Giritli olarak tanıttı ve Türk zabitlerinin yerini bildiğini söyledi. Verdiği istihbaratlar ile güven kazanan Mümin, Yunan istihbaratında 21 kod numarası ile göreve başladı.

Devamını isterseniz kendi notlarından okuyalım… “İşgal kuvvetleri subayları ile sıkı ilişkilerim göze batınca bana ‘Gavur Mümin’ dediler. O zamanlar benim için böyle bir karara varanlara kin ve öfke duymuş değilim. Onları haklı buluyorum. Herkesin ölüm kalım kavgası yaptığı bir sırada ordu saflarında çarpışacağıma, başımda gavur şapkası ile dolaşıyordum. Düşmanla sarmaş dolaş yaşayan bir haine, namussuz bir dava kaçağına ben de olsam, kin dolu gözlerle bakardım. Ama ne yapayım ki, o sıralarda içinde bulunduğum durum ve şartlar, gerçekleri açıklamama engeldi. Kurtuluşu için ölesiye, öldüresiye dövüştüğüm İzmir’de yüzüme tükürenler bile oldu. İtiraf edeyim ki o tükürükler, çarpıştığım cephelerde yediğim kurşunlardan daha fazla acı ve ıstırap verdi bana. Ölmekten değil de bir şeyden çok korkuyorum:

Gerçeği anlatamadan ölmek ve tarihe bir vatan haini olarak geçmek.” Mim Mim Grubu’nda görevli Giritli bir Türk, Mümin’i Yunanlara ispiyonladı. Mümin, bu ihbar üzerine yakalanıp ölüme mahkûm edildi. Ancak cezası, araya giren dayısı Hacı Hasan Paşa sayesinde ömür boyu hapse çevrildi. Bir gemiyle Yunanistan’a götürülüp, bir dağın içine oyulmuş ve 300 basamakla inilen korkunç Palamadi zindanına kapatıldı. Orada 67 gün işkenceye maruz kalan Mümin, hiç konuşmadı. Büyük Taarruz’u takip eden günlerde, Uşak’ta yapılan muharebelerde, Yunanların Küçük Asya Orduları Komutanı General Trikopis, yanındaki generallerle birlikte esir alındı. İzmir’in ele geçirilmesine müteakip başlayan görüşmeler sırasında Yunanlar, General Trikopis’e karşılık Albay Cafer Tayyar’ı önerdi. Durum Mustafa Kemal Paşa’ya iletildi.

Mustafa Kemal Paşa, bu takasa karşı çıktı. O, Atina’da esir bulunan Jandarma Yüzbaşı Mümin’i istedi. Mustafa Kemal Paşa’nın bu önerisi, şaşkınlıkla karşılandı. Yüzbaşı Mümin’i İzmir’den tanıyanlar da şaşkınlık içindeydi. Mustafa Kemal Paşa’nın bir vatan hainine sahip çıkmasını anlayamıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa dışında kimse Yüzbaşı Mümin’in ne yaptığını, asıl kimliğinin ne olduğunu bilmiyordu. Generaller Yunanistan’da büyük törenle karşılanırken, Jandarma Yüzbaşı Mümin, sessiz sedasız esaretten geldi ve Ankara’ya gitti.

Vatana döndükten sonra bile Mümin’in kimliği açıklanmadı ve devlet sırrı olarak kaldı. Tekrar Jandarma Komutanlığı’nda göreve başladı. Soyadı kanunu çıkınca “Aksoy” soyadını aldı. Kurtuluş Savaşı sonrasında albaylığa yükseldi. Van mıntıka komutanlığı yaptı. Muhsine adında bir nişanlısı vardı, ancak araya hep savaş, hep görev girdi, bir türlü evlenemedi. Hakkari’de görevliyken zatürre oldu. Zamanla hastalığı tüberküloza döndü. 24 Ocak 1948’de İzmir’de yaşama veda etti.