Ergun Hiçyılmaz

14 Kasım 2010, Pazar 04:00

Kapımıza geldiler

Avrupa Birliği bir kez daha Türkiye hakkında ilerleme raporu yayınladı. Mehter Takımı gibi iki ileri bir geri gidiyoruz. Hükümetin sabrı taşıyor “Avrupa bizi kapıda bekletme” diye mesaj veriyor. Oysa Avrupa tarih boyunca hep bize muhtaç oldu. Onlar bizi değil, biz onları kapıda beklettik.

Avrupa Birliği'nden tam üyelik tarihibekleyen Türkiye o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile Ankara Anlaşması’nı yaptığında Başbakan İsmet İnönü idi. Türkiye 1960 ihtilalinden 3 yıl sonra, yani 1963’te bu anlaşmayı imzalamıştı. Bu tarihten sonra 1987’ye kadar hem Türkiye, hem de Avrupa yeni dönemlerden geçecekti. Türkiye başvuru tarihi olan 1987 dikkate alındığında 23 yıldır bekliyor. Yani başvurunun yapıldığı tarihte doğan çocuklarımız şimdilerde neredeyse askerliklerini yapıp öğrenimlerini tamamladı. Hatta bazıları evlenip çoluk çocuk sahibi oldu. Ankara Anlaşması’nı hatırlayanlar ise, dede ve anneanne oldular. Onlar ve çocukları da üyeliğimizi göremedi. Oysa Türkiye Avrupa’daki yeri için Osmanlılar’dan itibaren neler görmüş, neler okumuşlardı.

[[HAFTAYA]]

‘PEKİ DAHA NE YAPALIM’

Türkiye’de halk klasik soruyu her dönemde sormuştu: ”Yaşar Doğu’sundan Celal Atik’ine kadar Avrupa’nın sırtını yere getirdik. Galatasaray ile şampiyon olduk. Günseli Başar da Avrupa’nın kraliçesi seçildi. Yahu Avrupalı olmak için başka ne yapmalıydık.” Türk halkının buna benzer örneklerle çoğalttığı Avrupalı kimliği ne var ki karşı taraftan görülmeyecekti.

Oysa kapısı Avrupa tarafından hep çalınan ve el üstünde tutulan Türkiye idi. Geçmişte Türkiye Avrupa’nın değil, Avrupa Türkiye’nin ayağına geliyordu. Hele Almanya ve Fransa... Genç yaşta tahta çıkan Alman imparatoru II. Wilhelm, saltanat süresinde ülkemizi 3 defa ziyaret etmişti. Kral bu ziyaretlerinin ikisini Sultan Abdülhamid döneminde gerçekleştirmişti (1889 ve 1898). II. Wilhelm, Sultan Reşat döneminde yani Birinci Dünya Savaşı sırasında da üçüncü ziyaretini yapmıştı (l917).

ALMANLAR’A ÖZEL ÖNEM

İlk ziyarette Osmanlı ordusu için mavzer gibi gerekli silahların satışı temin edilmişti. Silah pazarında tekel olan Almanya, ikinci ziyarette Bağdat Demiryolu inşaatının Alman firmalarına verilmesi sağlanmıştı. Yüksek erkanın Birinci Dünya Savaşı dönemine dönük ziyaretleri askeri alandaki uzmanların yetiştirilmesi ve ordunun Alman kimliğine büründürülmesi kapsamındaydı. Dolmabahçe Sarayı’ndaki törende padişahın kızı Naime Sultan’da bulunmuş ve imparatoriçeye buket takdim etmişti. II. Wilhelm ve beraberindekiler padişaha takdim edildikten sonra Sultanahmet gezisine çıkmış akşam ise ziyafete katılmışlardı. İkinci ziyarette Osmanlı ve Alman donanması 18 Ekim 1889’da Dolmabahçe önlerine demirlemişti.

07 Kasım 2010, Pazar 04:00

ATATÜRK'LE ÖLEN 11 KİŞİ

<#comment>

10 Kasım 1938’de Atatürk öldüğünde yüzbinlerce kişi Ata’ya saygı geçişinde bulunmak üzere Dolmabahçe Sarayı’na akın etti. 17 Kasım’da izdiham öyle bir noktaya ulaştı ki; polis önünü alamadı. Ata’sını son kez görmek isteyenlerden 11’i izdihamda ezilerek öldü.

[[HAFTAYA]]

Atatürk’ün rahatsızlığı ile ilgili ilk belirtiler aylar önceden biliniyordu Hastalığın ilk emareleri 1936’da görülmüştü. 1925 yılından beri Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olan Dr. Asım Arar 1936’da Atatürk’ün ciğerlerinden tedavi gördüğünü fakat bunu atlattığını söylemişti. Ancak Asım Arar, son hastalığının başlangıcını da buna bağlıyordu. Atatürk’ün sağlığı ile değişikliklerin 1936’dan itibaren başladığına dikkati çeken yakınları Atatürk’te baş gösteren alerji ve kaşıntıyı Çankaya Köşkü’nde rastlanan bir çeşit karıncaya bağlamışlardı. Bu sebeple Köşk’teki haşarat ve karıncalar temizlenecek ve Atatürk’ün rahatsızlığı yine geçmeyecekti. Atatürk’te baş gösteren belirtileri karaciğer yetersizliğine bağlamak yerine karıncaları temizlemek yolu seçilmişti. İlk önemli yanlışlık buydu.

‘ATATÜRK AĞIR HASTA’

Falih Rıfkı Atay şunları yazacaktı: “Bilhassa 1937’den sonra sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik. Asabı gittikçe bozuluyordu. Hele sofra sohbetleri biraz uzadığı zaman çok daha dikkatli davranırdık. Daima yanında bulunan hekimlerinin neden buna dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit birer sebebe bağlayarak geçiştirdiklerini hala anlayamıyorum.” Kaşıntılar artmış ve kanamalar başlamıştı. Atatürk buna rağmen çalışıyordu. Çok önem verdiği dil ve tarih yasalarına Hatay meselesi de eklenmişti. Bir, Şubat akşamı doktor Asım Arar, Balkan ülkeleri dışişleri bakanlarına verilen akşam yemeğinde İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya endişesini dile getirecekti: “Size önemli bir devlet işinden ve büyük bir tehlikeden söz edeceğim. Atatürk hasta hem de ağır hasta.” Şükrü Kaya doktorun sözlerini derhal Başbakan Celal Bayar’a nakledecek ve Avrupa’dan bir hekim getirilmesini de tavsiye edecekti. Bayar durumu Atatürk’e anlatınca Avrupa’dan hekim getirmeye gerek olmadığını ,Türk hekimlerinden bir danışma kurulunun yeteli olacağı cevabını alacaktı.

DOKTORU DİNLEMEMİŞTİ

6 Türk hekimi seçilmiş ve 6 Mart günü Çankaya’da Atatürk’ü muayene etmişlerdi. Ayak bileklerinde hafif bir ödem, karaciğerde büyüme tespit etmişlerdi. Hastalığın siroz başlangıcı olduğunda hemfikir olmuşlar ve raporu imzalayıp doktor Asım Arar’a vermişlerdi. Atatürk, gerekli görmemesine rağmen Paris Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Fissinger Mart ayı sonunda gelerek muayene edecekti. Fissinger diyordu ki: “Siz büyük bir komutan olabilirsiniz, büyük zaferler kazanabilirsiniz. Ama bu işin komutanı benim. Tayin edeceğim zamana kadar alkol yok.Uzanıp dinlenecek ve tavsiyelerimi yerine getireceksiniz.” Atatürk ilk haftalar doktorun söylediklerini yerine getirecekti. Ama aklında Hatay vardı. Gerekirse savaşı bile göze alacağını söylüyor ve Mersin’de ordunun geçit resmi yapmasını istiyordu. Mersin’den Adana’ya geçmişti. Törenleri saatlerce ayakta izlemiş ve 6 Mayıs’ta İstanbul’a gelmişti. Doktorun dediklerinin tam tersine çok yorgundu. Kısa mesafelerde bile yürürken zorluk çekiyordu.

SAVARONA’DA YATIYOR

Haziran da çok beğendiği Savarona’ya çıkmıştı. Önce Boğaz’da kısa bir gezinti yapmış ardından Marmara turuna çıkmıştı. 5 Temmuz’a kadar Savarona’da kalmış ve ülkeyi hasta yatağından idare etmişti. Prof. Dr. Fissinger Haziran’da yeniden Türkiye gelmiş ve bütün ihtimama rağmen Atatürk’ün en fazla 2 yıl yaşama ümidi olduğunu ifade etmişti. Atatürk Savarona’dan Dolmabahçe’ye geçişin akşam olmasında ısrar etmişti . Kimsenin onu hasta olarak görmesini istemiyordu. Sonraki günlerde bazen rahatlama belirtileri gösteriyor, bazen kendini kaybediyordu. Günlük hayatının sonları nöbetçi yaverlerinin tuttuğu raporlarla kayıtlara geçirilmişti. Son rapor tarihi ölümünden bir hafta öncesine aittir: ”Atatürk saat sekizde uyandılar, dairelerinde istirahat buyurdular, 23.00’de yattılar.” Daha sonraki tarihler boş bırakılmış olup ölüm günü olan 10 Kasım 1938’de defterin son sayfasında sadece bir isim ve yer vardı: “10/11/1938 Atatürk... (Dolmabahçe Sarayı)” Atatürk tarih yazmıştı, başkatip ne yazacaktı ki. Ölürken bir ara gözlerini açıp “Saat kaç?” demişti. Saat 09.05’ti yani bütün saatlerin durduğu andı.

DOLMABAHÇE’DE İZDİHAM

Bizde klasik bir laf vardır. “Ölenle ölünmez” deriz. Bazı örnekler bu söze uymaz ve “Ölenle ölünür...” Onun öldüğünü duyan yaveri Salih Bozok kafasına kurşun sıkarak intihara teşebbüs etmesini ve saygı geçişinde insanların ölümünü hatırlayanlar “Ölenle ölündüğüne şahit olmuşlardır. Son bir defa Atatürk’ü Dolmabahçe’de görmeye ve onu son yolculuğuna uğurlamaya gelmişlerdi. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar da vardı aralarında. Sayıları 100 binin üstündeydi, Dolmabahçe’den taşan kalabalık giderek büyüyor ve insanlar neredeyse nefes alamayacak duruma geliyordu. Büyük heyecan giderek yerini paniğe bırakmıştı. Ölenler ve yaralananlar çoktu. Anadolu Ajansı Ankara mahreçli haberinde resmi açıklamayı, 18 Kasım 1938 tarihinde bütün gazetelere “Müessif Bir Hadise” olarak geçecekti, Hadise müessif yani üzücü olmanın da ötesindeydi. Atatürk’e candan bağlı 11 vatandaş çıkan izdiham neticesinde canından oluyordu.

GAZETEDEKİ HABER

17 Kasım 1938’de meydana gelen üzücü olayı tüm gazeteler siyah çerçeve içinde yayınlayacak ve bu elim olayı okurlarıyla paylaşacaktı: “Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün katafalkı önündeki ihtiram geçidi ilk günden beri muntazam bir surette cereyan ederken 17 Kasım 1938 saat 20.00’den den sonra 100 binden fazla vatandaşın birikimi ile meydana gelen izdiham neticesi geçiş zorlaşmış ve halk safları arasında artan tazyikle bir kısmı kadın olmak üzere 11 vatandaşımız hayatlarının söndüğüne büyük bir teessür ile (üzüntü ile) haber alınmıştır. Zabıta kuvvetleri vatandaşların hayat emniyeti için rehberlik yapmakta ve icap eden tedbirleri almaktadır. Bu gibi müessif hadiselerin tekerrürüne (tekrarına) mani olmak için zabıta kuvvetlerimizin gayretlerine riayet edilmesi muhterem halkımızdan ehemmiyetle (önemle) rica olunur.”

SABİHA GÖKÇEN’DEN ATA’SINA: SENİ ANLIYORSAM, YAŞIYORUM DEMEKTİR

“Rüzgarlar o eski rüzgarlar değil... Deniz o eski deniz değil... Bulutlar o eski bulutlara hiç benzemiyor. Yediğim balığın, etin, ekmeğin, meyvenin, içtiğim suyun ve ayranın tadı o eski tat değil... Yürüyorum her fırsatta onun geçtiği yollardan, caddelerden, bağlardan, bahçelerden, onun nefes aldığı kutsal vatan topraklarından... Ağaçlardan oluşan yeşillikler denizinden geçiyorum... Ama o eski büyü yok sanki bu yerlerde... Bir büyük eksiklik var ki, anlatılması güç. Bir büyük noksan var ki, bulup çıkarması kolay, yaşatması olanaksız. Fakat yaşıyorum işte gördüğünüz gibi... Cumhuriyet Bayramlarında, 10 Kasım’larda hep gider mozolesine yüz sürerim Atatürk’ün. Ağlar mıyım? Ağlarım kuşkusuz. Görür mü ağladığımı, yandığımı? Görür kuşkusuz... Kalkar yerinden, her zaman ki gibi okşar o güzelim elleriyle saçlarımı, ‘Üzülme Gökçen’ der, ‘Madem ki bu kadar hissediyorsun, bu kadar benimle dolusun, bu kadar beni seviyor, beni anıyor, benim yolumda yürüyorsun, o halde ben sende, senin gibi milyonlarca Türk’ün kalbinde, kafasında ölümsüzleştim, ölümsüzlüğe kavuşarak yaşıyorum eserlerimle...’ Sonra merasim komutanı yol gösterir, Anıtkabir’den çıkmam için. O geniş aydınlıkta dudaklarımdan şu kelimeler dökülür her zaman: ‘Seni düşünüyorsam, seni anlıyorsam, seni seviyorsam, senin yolundaysam, yaşıyorum demektir....’” Yaşadığını onunla anlamış ve geçmişe bu anlamı kazandırmış milyonlarca kadından biriydi. Ama ona yakın olmak kadar, onun izinde yürüyüp koşmak ve uçmak gibi niteliklerle yaşamıştı. Ve nitelikleri kendisinden sonra da gelecek kuşağın kadınlarında yaşayacaktı. Atatürk’ü tanımanın ve onu anlamanın ifadesini geçmişte uygulama ile yerine getirmişti. Ölümünün ardından duygularını dile getirdiği bu yazının her satırı ve her sözcüğü geleceğin öncü kadınlarına bırakılmış bir miras olacaktı.

ÇANKAYA’DAKİ EĞİTİM

İlk eğitimi aldığı yer Çankaya’daydı ve okulda ders görürken aslında hayatın her safhasından ders alıyordu. O dönemlere ait anılarında bu hayat derslerinden renkli sayfalar görmek mümkündü: “Genç bir öğretmenimiz vardı. Onu çok seviyorduk. Derse başlamadan yarıda bırakmamız bir olurdu. Kendimize uydurmuştuk. Köşk’ten aldığımız arabayla gezip eğlenirdik. Günün birinde Ata derslerimizle ilgilendi ve bir şey öğrenmediğimiz ortaya çıktı. Ertesi günü öğretmenimiz değişmişti. Çok üzüldük. O tepkiyle herhalde yeni öğretmene saygısızlık etmiş olacağız ki sınıftan kovulduk. Soluğu Köşk’te aldık. Atatürk o gün ilk defa olarak bizi haşladı. Öğretmene karşı nasıl davranmamız gerektiğini bize çatık kaşlarla anlattı. Yaverlerinden biriyle bizi okula gönderdi. Üzdüğümüz ve kırdığımız Nüveyre öğretmeni daha sonra çok sevecektik.”

‘UÇMAYI İHMAL ETME’

Atatürk‘ün yanından ayrılmayan Sabiha Gökçen bu sebeple uçuşlarına ara vermek zorunda kalacaktı. Gökçen, Mustafa Kemal’in bu yöndeki sorularına hazır olmadığı cevabını veriyordu. Ne var ki Atatürk başyaverinden gerçeği duyacak ve eğitici Amerikalı pilotun verdiği rapordan Sabiha Gökçen’in uçuşa hazır olduğunu öğrenecekti. Gökçen, Atatürk’ün her geçen gün biraz daha ölüme yaklaştığını biliyor ve onu böyle bir anda yalnız bırakmak istemiyordu. Atatürk de anlamıştı düşüncelerini... Gökyüzünü çok sevdiğini biliyordu. Gökçen’i yanına çağıracak ve “Hiç kimse, hangi sebepten olursa olsun görevini aksatamaz” diyecekti. Çaresiz uçağına dönecek ve Atatürk’süz kalmanın elem ve acısını gökyüzünde arayacaktı. Artık yalnızdı ve yetim kalmıştı. Sabiha Gökçen, Afet İnan’ı ablası olarak görüyordu. Acılar içinde onunla birlikte götürülüşlerini şöyle anlatacaktı: “Afet ablamla birlikte bizi Dolmabahçe’den alıp doğruca Ankara’ya göndermişlerdi. Fazla taşkınlık mı yapıyorduk? Hayır! Taşkınlıkların, feryatların, ağıtların onu geri getirmeyeceğini biliyorduk. Tesellisi olmayan bir acıyı yüreğinde hissetmesi insanı ne hale sokarsa, biz de o hallere düşmüştük. Ben de, Afet ablam da diğer yakınları onu canlarından çok sevenler , bütün ulusu da.. Ankara’ya külçe halinde indik. Beni doğruca Zeki Doğan Paşa’nın evine götürdüler. Afet ablamı da babasının evine...”

<#comment><#comment>3<#comment>

10 Kasım 1938’de Atatürk öldüğünde yüzbinlerce kişi Ata’ya saygı geçişinde bulunmak üzere Dolmabahçe Sarayı’na akın etti. 17 Kasım’da izdiham öyle bir noktaya ulaştı ki; polis önünü alamadı. Ata’sını son kez görmek isteyenlerden 11’i izdihamda ezilerek öldü.

[[HAFTAYA]]

Atatürk’ün rahatsızlığı ile ilgili ilk belirtiler aylar önceden biliniyordu Hastalığın ilk emareleri 1936’da görülmüştü. 1925 yılından beri Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olan Dr. Asım Arar 1936’da Atatürk’ün ciğerlerinden tedavi gördüğünü fakat bunu atlattığını söylemişti. Ancak Asım Arar, son hastalığının başlangıcını da buna bağlıyordu. Atatürk’ün sağlığı ile değişikliklerin 1936’dan itibaren başladığına dikkati çeken yakınları Atatürk’te baş gösteren alerji ve kaşıntıyı Çankaya Köşkü’nde rastlanan bir çeşit karıncaya bağlamışlardı. Bu sebeple Köşk’teki haşarat ve karıncalar temizlenecek ve Atatürk’ün rahatsızlığı yine geçmeyecekti. Atatürk’te baş gösteren belirtileri karaciğer yetersizliğine bağlamak yerine karıncaları temizlemek yolu seçilmişti. İlk önemli yanlışlık buydu.

‘ATATÜRK AĞIR HASTA’

Falih Rıfkı Atay şunları yazacaktı: “Bilhassa 1937’den sonra sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik. Asabı gittikçe bozuluyordu. Hele sofra sohbetleri biraz uzadığı zaman çok daha dikkatli davranırdık. Daima yanında bulunan hekimlerinin neden buna dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit birer sebebe bağlayarak geçiştirdiklerini hala anlayamıyorum.” Kaşıntılar artmış ve kanamalar başlamıştı. Atatürk buna rağmen çalışıyordu. Çok önem verdiği dil ve tarih yasalarına Hatay meselesi de eklenmişti. Bir, Şubat akşamı doktor Asım Arar, Balkan ülkeleri dışişleri bakanlarına verilen akşam yemeğinde İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya endişesini dile getirecekti: “Size önemli bir devlet işinden ve büyük bir tehlikeden söz edeceğim. Atatürk hasta hem de ağır hasta.” Şükrü Kaya doktorun sözlerini derhal Başbakan Celal Bayar’a nakledecek ve Avrupa’dan bir hekim getirilmesini de tavsiye edecekti. Bayar durumu Atatürk’e anlatınca Avrupa’dan hekim getirmeye gerek olmadığını ,Türk hekimlerinden bir danışma kurulunun yeteli olacağı cevabını alacaktı.

DOKTORU DİNLEMEMİŞTİ

6 Türk hekimi seçilmiş ve 6 Mart günü Çankaya’da Atatürk’ü muayene etmişlerdi. Ayak bileklerinde hafif bir ödem, karaciğerde büyüme tespit etmişlerdi. Hastalığın siroz başlangıcı olduğunda hemfikir olmuşlar ve raporu imzalayıp doktor Asım Arar’a vermişlerdi. Atatürk, gerekli görmemesine rağmen Paris Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Fissinger Mart ayı sonunda gelerek muayene edecekti. Fissinger diyordu ki: “Siz büyük bir komutan olabilirsiniz, büyük zaferler kazanabilirsiniz. Ama bu işin komutanı benim. Tayin edeceğim zamana kadar alkol yok.Uzanıp dinlenecek ve tavsiyelerimi yerine getireceksiniz.” Atatürk ilk haftalar doktorun söylediklerini yerine getirecekti. Ama aklında Hatay vardı. Gerekirse savaşı bile göze alacağını söylüyor ve Mersin’de ordunun geçit resmi yapmasını istiyordu. Mersin’den Adana’ya geçmişti. Törenleri saatlerce ayakta izlemiş ve 6 Mayıs’ta İstanbul’a gelmişti. Doktorun dediklerinin tam tersine çok yorgundu. Kısa mesafelerde bile yürürken zorluk çekiyordu.

10 Ekim 2010, Pazar 05:00

ÖMRE BEDEL ASKERLİK

<#comment>

İsteselerdi tam ‘bedelli’ askerlik yaparlardı. Seçimi kendileri yapmış ve ‘ömre bedel’ olanı tercih etmişlerdi. İçlerinde değil bir, iki, üç savaşa katılanlar da vardı. Savaşlara ayrıca esaret hayatını da eklemişlerdi. Ne tezkere, ne nişan ne de bir takdirname idi bekledikleri. Birliğe teslim olmak için ‘celp’ çıkarılmasını beklemezlerdi. Parça parça olmuş kaputları, delik postalları ve varsa fişeklikleri, evin bir köşesinde zaten ‘bir gün lazım olur’ diye durmaktaydı.

[[HAFTAYA]]

Ev efradı maşrapa ile uğurlamaya çıkar, sağ salim ve çabuk dönmeleri için dualarla su dökerlerdi. Balkan Savaşı ve sonrasındaki nice mücadelede ağaç kabukları ile yaprakların oluşturduğu çorba kazanına kepçe uzatmak, yemin billah söylenti değil, gerçekti. Sadece seferberliğin, barışın ya da tek bir harbin askeri değillerdi. Bütün savaşları ‘Harb-i Umumi’ olarak telakki eden, apoletli ya da apoletsiz bu bazı askerlerin, bilin ki çürük raporları da olmamıştır, mezarları da.

EN BÜYÜK KOMİTACI: FUAT BEY

Fuat Bey (Balkan) Edirne’ye tayin edildiğinde askeri okulun eskrim (kılıç) hocasıydı. 3l Mart vakasıyla İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nda yer almış, Beşiktaş kulübünün kurucuları arasına girmişti. 1908’den itibaren devletin emrini yerine getirecekti. Filistin ve Gazze cephelerinin mümtaz askerleri arasında yer almış, Drama’da milis komutanı iken padişahın takdirnamesini kazanmıştı. Sadece Atatürk, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nün bilgisi altında üniformasını çıkarıp, Balkanlara sivil olarak hareket etmişti. Garb-ı Trakya Hükümeti’nin komutanlığını yapan bir gerillaydı. Türk askeri tarihinde en büyük komitacı (eylemci, militan) kabul edilmişti. Yanında da gönüllü olarak daha sonra yazmak üzere isimleri bizde saklı üç Beşiktaşlı sporcu yer alıyordu. Ülkesine asteğmen olarak hizmete başlamıştı. Çoğu zaman komitacı giysisiyle yaşadığından üniformasını pek taşıyamamıştı. 33 sene hesabı ile binbaşı rütbesi ile emekli olmuştu. Onun deyişi ile ‘askerlikten değil, muvazzaflıktan emekli’ idi. Anlayacağınız ‘hadi’ deseler yine kalkıp gidecekti.

MEHMET SADIK’IN BEDELİ

Bulgaristan’ın Şumnu şehrinde doğan, Balkanlar’ın ünlü eşkıyası İnce Kaptan’ın torunu Stoyan’a ne demeli? Bulgar Harp Akademisi’nde okumuş, Osmanlılar’a karşı savaşan ünlü bir milis olmuştu. Serez Ovası’nda komitacı iken Yüzbaşı Ahmet tarafından yakalanmıştı. Bundan sonrasında Stoyan değil, Mehmet Sadık olarak tanınacaktı (1901). Müslümanlığı seçmiş ve Ethem Paşa’nın manevi oğlu olmuştu. Osmanlı devletine hizmetinden sonra Kuvay-ı Milliye’ye katılmış, Yozgat ve Adapazarı’nda çarpışmıştı. İnönü’nün ‘Baba Sadık’ dediği bu milis yüzbaşı, ordu saflarında çarpışan paralı asker hiç olmadı. Savaş sonrası Üsküdar Başkomiserliği’ne atanmış ancak bir süre sonra vazifesine gidemez olmuştu. Siperden sipere koşan ‘Bulgar Sadık’ yürümekten acizdi artık. Dağdan dağa, cepheden cepheye yürümekten ayakları kangren olmuştu. ‘ömre bedel’ askerlik yapmıştı. ama yine de mutluydu ve şakadan değil, inanarak söylüyordu: “Cevizden mamul, çok sağlam ve gayet şık bir bastonum var... Artık düşmem.”

OSMANLI ASKERİ GÜCÜ

Osman Bey’in döneminde beyliğin tüm eli silah tutanları süvari kuvvet olarak muharebe ve akın hizmetlerinde yer almışlardı. Zaman içinde sadece süvari kuvvetlerinin yetmeyeceği anlaşılınca, muvazzaf daimi bir yaya (piyade) kuvveti teşkil edilmişti. Orhan Bey döneminde süvariler muvazzaf ve daimi hale getirilmiş, böylece Osmanlılar’da ilk defa askeri kuvvetlerle beyliğin kuvvetleri birbirinden ayrılmıştı. Böylece kuruluştan itibaren 167 defa harp eden ve bunun sadece 26’sını kazanamayan Osmanlı Türk ordusunun temeli bu muvazzaf ordu olmuştu. Orhan Bey’in kurduğu bu orduda, piyade bölümü yaya, süvari kısmı da ‘müsellem’ adını almıştı. Bunlar sefer sırasında 2 akçe yevmiye alırlardı ve sulh zamanında kendilerine tahsis edilen arazide çiftçilikle uğraşırlardı. Askeri hizmetlerine karşılık olarak her türlü vergiden muaf tutulurlardı. Müsellemler nizam altına alınmış ve biner kişilik birliklere bölünmüşlerdi. Sefer zamanı tek tip giyinirlerdi. Silahları ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak ve topuzdu. 1. Murat döneminde genişleme ile bunun da yeterli olmadığı görülecek ve harp esirlerinden faydalanma yoluna gidilecekti. Maaşlı ve daimi bir ordu düşüncesi ile ‘Acemi Ocağı’nı, Çandarlı Kara Halil ile Molla Rüstem ortaya atmıştı. 1. Murat ele geçirilen esirlerin beşte birini şeri kanunlara göre devlet hissesi olarak alacak ve ileride askerlik hizmetine sokacaktı. Böylece ‘Pençik Kanunu’ uygulanmaya başlandı. Bu kelime Farsça’da beşte bir manasına gelen ‘penc-ü yek’ sözünden bozmadır. Esirler ilk zamanlar Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasındaki atlı grupları nakleden gemilerde birer akçe yevmiye ile çalıştırılacaklar, 5 yıllık hizmet sonunda iki akçe yevmiye ile asker edilip sefere gönderileceklerdi.

İHTİYAÇ ARTINCA

Devletin büyümesi ile asker ihtiyacının artması bu usulün yerini, ‘devşirme’ye bırakacaktı. Çelebi Mehmet (1413-1421) döneminde uygulanmaya başlanan ve oğlu II.Murat döneminde (1421-1451) kanunlaşan yeni sistem ‘devşirme’ olmuştu. Kanun uyarınca Osmanlı tebaasındaki gayrimüslimlerin elverişli çocukları askere alınmaya başlanmış, Yeniçeri ağası tarafından arz edilen ihtiyaca göre bu devşirme 3, 5 veya 7 yılda bir yapılmıştı. Devşirmede son derece titiz davranılıyordu. Boşnak, Arnavut, Rum, Bulgar, Sırp Hırvat gibi unsurlar arasındaki uygulamada Enderun sistemi ile devlet mevkiinde sadrazamlık dahil en üst makama yükselenler görülmüştü. Osmanlıda son devşirme tarihi 1751 olmuştu. Cumhuriyet döneminde Ordunun yeniden kurulması ile askerlik yeni bir çehreye bürünmüştü. İkinci Dünya Savaşı döneminde ordu süratle modern hale gelmiş,olası bir savaşa hazırlık safhasında kadınlar sadece ilk yardım değil çeşitli savaş birimlerinde eğitime tabi tutulmuştu. Kadınlarımız yakın dönemde ise erkeklerle birlikte deniz kara,hava ve jandarmada görev ve rütbe almak hakkına sahip olacaklardı. Deniz Kuvvetleri’nde fazla olan askerlik süresi diğer sınıflarla eşit hale gelecek ve öğrenim görenlere de yedek subaylıklarını öğretmen olarak yapmalarına olanak verilecekti.

OSMANLI’DA YABANCILAR

Osmanlı Devleti’nde son dönemi dikkate alırsak çok sayıda yabancı subayın uzman, askeri danışman hatta kumanda mevkilerinde yer aldığını görürüz. Jandarma, deniz, hava, kara, kısaca askeri gücün her alanında faaliyette bulunan bu yabancıların, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda daha çok Alman ve Avusturyalılar’dan müteşekkildi. Önceki dönemi de dikkate alırsak bu yabancıların içinde İngiliz, Fransız ve İtalyanlar da bulunuyordu. 1900’lü yılların başlarında 11 Avusturyalı, 10 Rus, 10 Fransız, 10 İtalyan ve 6 İngiliz askeri uzman Osmanlı Devleti’nde hizmet veriyordu. Subaylar toplu olarak belli bir alanda görev yapmıyor ayrı ayrı yerlerde çalışıyorlardı. Selanik’te Rus generali Şoştak vardı. Serez jandarmalarının başında ise Fransız General Fullon bulunuyordu. Yabancı yönetimindeki jandarmanın başına İtalyan general Jeorgi ile General Rubilan geçmişti. Kosova’da Avusturyalılar’ı, Drama’da İngilizler’i, Manastır’da ise İtalyan uzmanları görmek mümkündü. Daha önce gelen yabancılar da dikkate alındığında Rumeli’deki yabancı subay sayısı 60’a yükselmişti. 1915’te Alman binbaşı Polka, dağcılık için gerekli teçhizatın yapılmasına başlamak üzere İstanbul’da bir imalathane açmış ve l915-16 kışında Erzincan’da bir dağ taburunun kuruluşuna adım atılması planlanmıştı. Fakat ne var ki, tabur planda kalacak ve dağa çıkamayacaktı. Tayyareci, otomobilci ve telgrafçı yetiştirmek için 1916 da 3. Ordu’daki çalışmalara Alman binbaşı Polka nezaret ediyordu. Doktor yüzbaşı Picman ise, Viyana’dan Erzurum’a keşif kolları yetiştirmek için getirilmişti. 1917’de 2 Avusturyalı subay, Suşehri Topçu Okulu’nda ‘yeni dağ topları’ hakkında ordumuzu bilgilendirmek için kurslar düzenliyordu. Osmanlı Devleti’nde ittifak kumandanları arasında şu isimleri de görmek mümkündü: Liman von Sanders Paşa, Golç Paşa, Amiral Usedom Paşa (Alman müfrezeleri ve Boğazlar Genel Komutanı), Amiral Marten (Çanakkale Deniz Komutanı) Amiral Uşon, Guhr Paşa, General Leymann, General Falkenhayn, Albay Bronzard (Enver Paşa’nın müşaviri), Albay Stange, Binbaşı Lange (10.Kolordu Erkanı Harp Reisi), Albay Scheneder, Albay Böhme, Binbaşı Von Kress, Binbaşı Verner. Sadece donanmada ki yabancı Alman subayı sayısı 140 a ulaşmıştı. Tüm yabancıların Osmanlı’ya hizmet için bedavaya gelmediklerini paranın dışında ayrıca paşalığa ve nişana boğulduklarını biliyoruz. Bu da askerliğin başka bir ‘ömre bedel’i oluyor.

CEMAL PAŞA AFGAN ORDUSU’NDA

Cemal Paşa, tam adıyla Ahmet Cemal 1872’de İstanbul’da doğmuştu. Erzurumlu bir memurun oğluydu ve 1884’te kurmay olmuştu. Aydın bir subay olarak Rumeli’de görev aldığı sırada İttihat ve Terakki ile tanışacaktı. 1908’de İstanbul’a gelen İttihat Terakki’nin 8 kişilik heyetinde yer almış ve 31 Mart hareketinin bastırılmasında rol oynamıştı. Hareket Ordusu Menzil Müfettişi’ydi. Paşayı Üsküdar’da mutasarrıf, Bağdat’ta vali olarak görmek mümkündür. Balkan Savaşı’na da katılmış ve İstanbul Muhafızlığı da yapmıştı. Sivil yönetime ilk adım atışı Nafia Nazırlığıdır (Bayındırlık Bakanlığı). Suriye ve Hicaz’ı kapsayan Dördüncü Ordu Komutanlığı da en önemli görevleri arasında yer almıştı. Enver ve Talat paşalarla yol ayrımı söz konusu olduğunda yurt dışındaki seçimini Afganistan’dan yana kullanmıştı. Birinci Dünya savaşının kudretli ve ocaktan gelen kumandanı ve nazırı, bitmiş bir ülke savaşından sonra bu defa kendi savaşını başlatacaktır. 1920’de orduyu ıslah etmek için Afganistan’a gidecektir. Kabil’de ne ittifak devletleri, ne Almanlar, ne Araplar ne de Enver ile Talat paşalar vardır. Ama Afganistan’da İngiltere’nin de olduğunu görecektir. Afganistan ise ordusunu daha çok İngiltere’ye karşı Cemal Paşa gözetiminde hazırlamaktadır. Yanında da yardımcılığını yapan seçkin silah arkadaşları vardır. Tümü Afgan pasaportuna sahiptir. Cemal Paşa da ismi yerine kral Emanullah’ın verdiği, ‘Serdar Ahmet Cemal Han’ unvanını kullanır. İngiltere ilk zamanlar paşanın çalışmalarını üniformasını özleyen eski bir askerin davranışı olarak niteleyecektir. Oysa askeri eğitimler kadar, ihtiyaç duyulan silahların temini ve Cemal Paşa’nın yeni birlikler oluşturması (Hecin-deve) İngiltere’yi harekete geçirecektir. Afganistan’daki siyasal ve sivil otorite içinde post kavgası başlatılmış ve buna orduda katılmıştı. Cemal Paşa arada kalmış ve onun mecburi Paris, Berlin ve Rusya yolu böylece başlamıştı. Son durak Tiflis’ti ve bir Ermeni kurşunu ile ecel gelmişti (1922). Osmanlı Ordusu dışında hizmet veren önemli paşalardan biri de Vehip Beydi. Babası Mehmet Emin Efendi’nin belediye başkanı bulunduğu Yanya’da dünyaya gelmişti (1877). Çanakkale’de görev yapan Esat Bulgat Paşa’nın kardeşiydi. Seddülbahir’de grup komutanı ve mirlivadır (tuğgeneral). Habeşistan’da ise imparator Haile Selasiye’ nin askeri danışmanı. Peki bizim asker sınıfından lejyonerlerimiz yok muydu derseniz size Fransız lejyonunda savaşan iki isim verebilirim. Birincisi İzmir Altay Kulübünün eski sembol başkanlarından Rıdvan Burçetin’dir. Diğerine gelince; Fikret Hakan’ın oynadığı Lejyon Dönüşü filmini hatırlayanlar çıkabilir. Sinemaya uyarlanan bu eserin sahibi eğlence dünyamızın renkli isimlerinden lejyoner Hasan Kazankaya idi.

<#comment><#comment>2<#comment>

İsteselerdi tam ‘bedelli’ askerlik yaparlardı. Seçimi kendileri yapmış ve ‘ömre bedel’ olanı tercih etmişlerdi. İçlerinde değil bir, iki, üç savaşa katılanlar da vardı. Savaşlara ayrıca esaret hayatını da eklemişlerdi. Ne tezkere, ne nişan ne de bir takdirname idi bekledikleri. Birliğe teslim olmak için ‘celp’ çıkarılmasını beklemezlerdi. Parça parça olmuş kaputları, delik postalları ve varsa fişeklikleri, evin bir köşesinde zaten ‘bir gün lazım olur’ diye durmaktaydı.

[[HAFTAYA]]

Ev efradı maşrapa ile uğurlamaya çıkar, sağ salim ve çabuk dönmeleri için dualarla su dökerlerdi. Balkan Savaşı ve sonrasındaki nice mücadelede ağaç kabukları ile yaprakların oluşturduğu çorba kazanına kepçe uzatmak, yemin billah söylenti değil, gerçekti. Sadece seferberliğin, barışın ya da tek bir harbin askeri değillerdi. Bütün savaşları ‘Harb-i Umumi’ olarak telakki eden, apoletli ya da apoletsiz bu bazı askerlerin, bilin ki çürük raporları da olmamıştır, mezarları da.

EN BÜYÜK KOMİTACI: FUAT BEY

Fuat Bey (Balkan) Edirne’ye tayin edildiğinde askeri okulun eskrim (kılıç) hocasıydı. 3l Mart vakasıyla İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nda yer almış, Beşiktaş kulübünün kurucuları arasına girmişti. 1908’den itibaren devletin emrini yerine getirecekti. Filistin ve Gazze cephelerinin mümtaz askerleri arasında yer almış, Drama’da milis komutanı iken padişahın takdirnamesini kazanmıştı. Sadece Atatürk, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nün bilgisi altında üniformasını çıkarıp, Balkanlara sivil olarak hareket etmişti. Garb-ı Trakya Hükümeti’nin komutanlığını yapan bir gerillaydı. Türk askeri tarihinde en büyük komitacı (eylemci, militan) kabul edilmişti. Yanında da gönüllü olarak daha sonra yazmak üzere isimleri bizde saklı üç Beşiktaşlı sporcu yer alıyordu. Ülkesine asteğmen olarak hizmete başlamıştı. Çoğu zaman komitacı giysisiyle yaşadığından üniformasını pek taşıyamamıştı. 33 sene hesabı ile binbaşı rütbesi ile emekli olmuştu. Onun deyişi ile ‘askerlikten değil, muvazzaflıktan emekli’ idi. Anlayacağınız ‘hadi’ deseler yine kalkıp gidecekti.

MEHMET SADIK’IN BEDELİ

Bulgaristan’ın Şumnu şehrinde doğan, Balkanlar’ın ünlü eşkıyası İnce Kaptan’ın torunu Stoyan’a ne demeli? Bulgar Harp Akademisi’nde okumuş, Osmanlılar’a karşı savaşan ünlü bir milis olmuştu. Serez Ovası’nda komitacı iken Yüzbaşı Ahmet tarafından yakalanmıştı. Bundan sonrasında Stoyan değil, Mehmet Sadık olarak tanınacaktı (1901). Müslümanlığı seçmiş ve Ethem Paşa’nın manevi oğlu olmuştu. Osmanlı devletine hizmetinden sonra Kuvay-ı Milliye’ye katılmış, Yozgat ve Adapazarı’nda çarpışmıştı. İnönü’nün ‘Baba Sadık’ dediği bu milis yüzbaşı, ordu saflarında çarpışan paralı asker hiç olmadı. Savaş sonrası Üsküdar Başkomiserliği’ne atanmış ancak bir süre sonra vazifesine gidemez olmuştu. Siperden sipere koşan ‘Bulgar Sadık’ yürümekten acizdi artık. Dağdan dağa, cepheden cepheye yürümekten ayakları kangren olmuştu. ‘ömre bedel’ askerlik yapmıştı. ama yine de mutluydu ve şakadan değil, inanarak söylüyordu: “Cevizden mamul, çok sağlam ve gayet şık bir bastonum var... Artık düşmem.”

26 Eylül 2010, Pazar 05:00

PADİŞAHLIK İMTİHANI

<#comment>

Erkan-ı devlet divanda yerini almıştı. Başta mühr-ü hümayun sahibi Veziriazam Kemankeş Ali Paşa olmak üzere kazasker, şeyhülislam ve diğer erkan hürmette kusur etmeden padişahın soruları cevaplandırmasını bekliyordu. Asırlardır cihana hükmeden bir devleti idare edecek hükümdarın saltanatı sağlıklı olarak devam ettirmesi için ‘sağlıklı’ olması gerekiyordu. Gerçi içlerinde tahta geçtiklerinde buluğ çağına ermemiş olanlar görülmüştü ama sonuçta ulema çevresi ile bu eksiklik bir derece giderilmişti. Eksikliği giderilmeyecek tek husus ‘akıl’dı. Hükümdarın yeteneklerinden çok aklının yerinde olup olmadığı üzerinde duruluyor ve bu yüzden ‘akıl sağlığı’ dikkate alınıyordu. İmtihanı, bir nevi zihin yoklaması da saymak mümkündü. Ulema heyeti ve divan katibi Osmanlı tarihindeki bu en önemli saltanat imtihanı için hazır olduklarını işaret ettiklerinde veziriazam söze “Siz efendimiz II. Mustafa hazretleri Osmanlı’nın yegane hakimi ve hükümdarısınız. Heyet-i divan, memleketi idarede kudretiniz kadar akl-ı selim sahibi olduğunuzu bilmek ve bunun bizatihi sultanımız tarafından teyidini duymak ister. İster ki başta akıl olmak üzere cümle sağlığınız devletin selametine mani teşkil etmesin. Devletin sağlığı her şeyden mühimdir. Bunun için evvel emirde padişahımızın da sıhhatinin ve akli melekesinin iyi olması lüzumludur” diye başlar. Bu son derece elzem yani gerekli giriş faslı, heyecanı bir nebze bastırmak ve kendisinin sigaya çekiliyormuş gibi bir düşünceye kapılmasını önlemek gayesi ile yapılır. Sözcükler seçilerek ve samimi bir hava içinde takdim edilir. Yavuz Selim, Kanuni gibi yetkin padişahlar bu tür soruların muhatabı değildir. Fatih Sultan, Ak Şemsettin ve Molla Gürani gibi hocalardan feyz almış ve tarihe imtihanla değil, iftiharla geçmiştir. Şimdi farklılık arz eden padişah imtihanına girelim. - Evvela adın nedir? - Bugün günlerden nedir? - Kimlerden gelirsin ve kimin oğlusun? ‘UMUMİ ARZU’ ÜZERİNE Padişah II. Mustafa sarayda umumi arzu üzerine böyle bir imtihana tabi tutulmaktadır. Bu soruların ardından derin bir sessizliğe bürünüp divana bakan padişah, sessiz kalmayı tercih edecek ve sağlık imtihanından geçerli not alamayacaktır. Padişah “Sessiz kalma hakkına sahip” değildir. Cevap yoksa, taht da yoktur. Oysa daha önce de padişahlık yapmış ve II. Osman’ın katlinden sonra yine tahta çıkarılmıştı. Ama bu defa devlet adına ‘sağlıklı kararlar vermekten aciz olduğu’ söylentisinin yaygınlaşması, saray ve ordunun da bundan etkilenmesi, işte bu sağlık divanının toplanmasına yol açmıştı. Anlayacağınız devlet sütten ağzı yandığından bu defa tedbirlidir. Mufassal Osmanlı Tarihi hadiseyi Tugi’nin İbretnüma eserinden şöyle nakleder: “Toplanan heyet, Sultan Mustafa’nın annesine haber göndermiştir ve ‘Yarınki gün oğlun Sultan Mustafa Han Hazretlerinin taht-ı alisinde otururken, sualimiz vardır. Evvela adın nedir ve kimin oğlusun, bugün günlerden ne gündür, diye soralım,sonra bunlara cevap verirse padişahımızdır’ demiştir.” ‘KOLTUĞU SALLAMAK’ 14 yıl hüküm süren I. Ahmet’ten sonra saray entrikaları ile tahta çıkarılan II. Mustafa, Osmanlı padişahları içinde iki defa hal edilmiş yani tahtından uzaklaştırılmış tek hükümdardır. İlk saltanatını l617 ve l618 arasında üç aylık bir dönem içinde sürdürmüş ve tahttan indirildikten sonra yerini II. Osman’a bırakmıştı. II. Osman’ın akıbeti ise Osmanlı siyasi tarihinin en kara sayfalarından birini teşkil etmişti. 18 yaşında tahta tahttan indirilen ve tarihin “Genç Osman” olarak andığı padişah türlü hakaret ve işkencelerle Yedikule Zindanları’nda boğdurulmuştu (l622). II. Mustafa, Osman’dan önceki padişahlığında da başarılı bulunmamıştı. Ne var ki, onun katledilmesinden sonra yine tahta çıkarılmıştı. Bu dönem içinde II. Osman’a reva görülen davranış, onun halet-i ruhiyesini tam manasıyla bozmuş ve sonunda naklettiğimiz ‘sağlık imtihanı’ ile iktidardan uzaklaştırılmıştı (1622-1623). Bu tarihten sonraki 15 yılı aşkın ömrüne baktığımız zaman yeniden taht kavgası vermediğinden olmalı, ‘sağlıklı bir ömür’ sürdürmüştür (1639). Padişah tahtını sallamak, günümüze uygun dille söylersek ‘koltuğu sallamak’ veya ‘koltuktan düşürmek’ pek kolay değildi. Bu sebeple tedbir çoğunlukla başından alınır ve iktidarın büyüğü, küçükleri saf dışı bırakırdı. Kimi Cem Sultan gibi kaçıp yad ellerde ölür, kimi de kelle verirdi. Kardeşi kardeşe, babayı evlada düşüren iktidar mücadelesi sadece kişileri değil, peşi sıra gidenleri de cellada götürürdü. Osmanlı tarihinde l5 padişaha uygulanan l6 ‘hal vakası’ (tahttan indirme) vardır (II. Mustafa iki kez halledilmiştir). HAKAN, SULTAN, PADİŞAH VEYA BAŞKAN OLMAK Osmanlı Devleti’nin siyasi kuruluşlarının doğuşunda Oğuz Türkleri’nin gelenekleri, Selçuklar ve İlhanlılar gibi devletlerin idari düzenleri de etkin olmuştu. Devleti idareden tek sorumlu kişi padişahtır. Kuruluş sırasında ‘Bey’ olarak tanımlandılar. Daha sonra ‘büyük hükümdar’ anlamına gelen ‘Hüdavendigar’, olarak anıldılar. Sonrasında ‘en büyük hükümdar’ anlamındaki ‘Padişah’ kullanıldı. Han, Hakan ve hükümdar ailesinden gelen kadınların her biri için kullanılması gereken ‘Sultan’ yakıştırması yapıldı. Aynı Sultan sıfatı hem padişahlarda hem de Esma, Hürrem ya da Kösem’de kullanılma garabeti ortaya çıktı. Batı bununla yetinmedi, imparator, imparatoriçe, prens, prenses, halife, efendi sıfatları vermekle kalmadı ve sultan ile hazreti birleştirip ‘Sultan Hazretleri’ ibaresini de kullandı. Osmanlı Devleti XVI. yüzyıl sonuna kadar şehzadeleri illerin yönetiminde görevlendirmişti. Şehzadenin maiyetine verilen Lala, görünüşte şehzadenin veziri konumunu almıştı. Şehzadenin özel ve resmi yaşamını devlet adına kontrol ediyor ve idareyi gözetiyordu. Ancak zamanla eyaletlerde görev alan şehzadeler diğer kardeşlerini rakip görmekten vazgeçmeyecekti. Kosova Meydan Savaşı sonrası kardeşi Yakup Bey’i boğduran Yıldırım Beyazıt buna somut örneklerinden biridir. Yıldırım’ ın beş oğlu da taht için uzun yıllar savaş vermişti. Şehzadeler bu savaşta kendi ordularını oluşturacak ve başta Bizans olmak üzere komşuların da desteğini alacaklardı. Yenilen şehzadenin komşu bir ülkeye sığınması sık görülen bir durumdu ve ülkeler, “Haraç vermezseniz, şehzadeyi salıveririm” tehdidi ile siyasi çıkar sağlıyordu. Fatih Sultan Mehmet böyle bir ortamda tahta çıkmış ve şehzadelerin öldürülme meselesini bir kanuna bağlamıştı. Fatih Kanunnamesi’nde kardeş katli onaylanmıştı: “...Ve her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola , karındaşlarını nizamı alem için katletmek münasiptir.” Fatih Sultan Mehmet’in iki oğlu Beyazıt ve Cem de tabiri caizse kanunun mürekkebi kurumadan iktidar savaşına girmişlerdir. Şehzadeler arasında isyanlar daha sonra da devam etmiş, Beyazıt’ın oğulları Korkut ve Selim de başkaldıran şehzadeler arasında yer almıştı. III. Mehmet 1595 yılında 12 yıl süren Manisa Valiliği’nin ardından 28 yaşında Osmanlı tahtına çıkmıştı. Oğullarından Şehzade Mahmut atak bir şehzadeydi. Saray içinde bazı hareketleri ile yazışmaları kuşku uyandırmış ve şehzade Mahmut babası tarafından boğdurulmuştu. Bu olaydan sonra büyük oğul Ahmet tahta çıktığında, geleneğe karşı çıkmış ve kardeşi Mustafa’ya Fatih kanunnamesini uygulamamıştı. TAHT VE KADINLAR Padişahların, sadrazamların ve Cumhuriyet’ten sonra Cumhurbaşkanlarının ardında mutlaka bir kadın vardır. Onları eski deyimle ‘sağ kol’ ya da ‘can yoldaşı’ olarak tanımlayabiliriz. Kanuni ile Hürrem Sultan, İsmet İnönü ile Mevhibe Hanım, Turgut Özal ile Semra Hanım, Demirel ile Nazmiye Hanım buna birkaç örnektir. Esma Sultan ise eş değildir ama devlet idaresine eşdeğer bir ağırlık koymuş bir kadın sayılır. İyi ki erkek doğmamıştı, yoksa bütün kardeşlerini alt edip padişah olurdu. Ama şehzade değil,”sultan” olarak dünyaya gelmişti. Ancak bu elinin hamuruyla erkek işlerine karışmayacağı anlamına gelmeyecekti. 25 yaşında dul kaldıktan sonra bir daha evlenmeyen Esma Sultan, annesiyle birlikte kardeşi IV. Mustafa’nın tahtta kalması için uğraş vermişti. II. Mahmut’u tahta geçiren Alemdar’ın ölümüne yol açanlar arasında Esma Sultan’ın da adı geçer. Nedeni yeniçerilerle arasının çok iyi olmasıdır. Bir döneme ağırlığını koymuş ve saltanatta söz sahibi olmuş kadınların hep başında yer almıştı. İmparatorluk içindeki etkinliği sadece yerli değil, yabancı yazarlar tarafından da kabul edilmişti. Kışla ziyaretlerini asker elbisesi giyerek yapması, otoriter tavrı ile saraydaki etkinliği karşısında Sultan Mahmut bile etkilenecek ve “Erkek olsaydı mutlaka padişah olurdu” diyecekti. ERKEN GELEN TAHTA ÇIKAR Osmanlı tarihinde en ibret verici taht kavgası iki kardeş Cem Sultan ile Beyazıt arasında yaşanmıştı. Cem Sultan, Fatih Sultan Mehmet’in üçüncü şehzadesiydi ve 23 Ocak 1459 Pazar günü Edirne Sarayı’nda Çiçek Hatun’dan dünyaya gelmişti. Gerekli eğitiminin ardından 15 yaşında Konya’ya sancak beyliğine gönderilmişti. Fatih Sultan Mehmet’in ölümünü gizlemeyi başaran Veziriazam Karamani Mehmet Paşa, Amasya’daki Şehzade Beyazıt ile Konya’da bulunan Cem Sultan’a ulaklar göndererek Dersaadet’e davet çıkarmıştı. Taht büyüğündü ama İstanbul’a önce gelen şüphesiz avantaj sağlayacak ve güçlü konumda olacaktı. İktidar mücadelesi daha haber safhasında başlamıştı. Konya’ya gönderilen ulakların öldürülmesi ile Cem’in İstanbul’a gelmesi geciktirilmiş, 20 Mayıs 1481 de İstanbul’a gelmeyi başaran Beyazıt tahta sahip olmuştu. Erken gelen tahta oturuyordu. Cem Sultan saltanat hakkı için harekete geçmiş ve Konya çevresinden topladığı kuvvetlerle İnegöl’e gelmişti. Beyazıt ise Ayas Paşa’nın komutasındaki birlikle yola çıkmıştı. Bursa önlerinde yapılan savaşta Ayas Paşa tutsak düşmüş, Bursa’ya gelen Cem Sultan da padişahlığını ilan etmişti. Sultan, adına sikke kestirmiş, yani para bastırıp hutbe okutmuştu. Bu arada Çelebi Mehmet kızı Selçuk Hatun ile tarihçi Şükrullah’ı, kardeşi ile görüşmesi için İstanbul’a göndermişti. II. Beyazıt, kardeşinin toprak bölüşme teklifini reddedecek ve Anadolu’ya geçecekti. 20 Haziran 1481’de Yenişehir Ovası’nda 7 saat süren savaştan sonra yenik düşen Cem Sultan, Konya’ya dönmek zorunda kalmıştı. Ocak 1482, Cem Sultan’ın şansını ikinci kez denediği tarihti. Bu tarihte Türkmen beylerinin çağrısına uyarak Konya’nın ardından Ankara’ya yönelmiş, ancak yine başarı sağlayamamıştı. Cem Sultan için hazin ve talihsiz bir hayat dönemi bundan sonra başlayacak ve II.Beyazıt’ın ordusu karşısında 26 Temmuz 1482 tarihinde çaresiz kalarak Rodos şövalyelerine sığınacaktı. Sonrası malum. Cem Sultan Avrupa’da 13 yıl yaşamış, 1495 yılında Napoli’de vefat etmişti. Ölümü her zaman bir muamma olarak kalmıştı. 1499 yılında cenazesi donanmanın bir gemisi ile getirilmiş ve Bursa’da ağabeyi Mustafa’nın türbesine defnedilmişti. BAŞKANLAR TARİHİNDEN WASHINGTON: Asker kökenlidir. 1754’te yarbay oldu. 1775’te İngiltere ile savaşmak üzere başkumandanlığa atandı. Orgeneral oldu. ABD’nin ilk başkanı seçildiğinde 57 yaşındaydı (1789). İkinci defa seçildi. 8 yıl başkanlık yaptı. Üçüncü defa seçime girmeyi demokratik bulmadığı için kabul etmedi. 65 yaşında politikadan ayrıldı. Adı başkente verildi. THOMAS JEFFERSON: Toprak sahibiydi. Bağımsızlık bildirisini yazdı. Cumhuriyetçi Parti’yi kurdu. İki defa başkanlık yaptı (1791). Üçüncüyü reddetti. ABD’nin bütün orta eyaletlerini İngiltere’den 15 milyon dolara satın aldı. ABRAHAM LINCOLN: Hukukçu. 1860’da Başkan seçildi 1864’te başkanlığı yenilendi. Köleliğin kaldırılacağını ve hiç bir savaşın bunu engelleyemeyeceğini açıklamıştı. Demokrasi idealinin öncülerinden biriydi. 1865’te Amerikalı Kuzenimiz adlı oyunu izlerken tiyatroda John Wilkes adındaki oyuncu tarafından tabanca ile vuruldu. J. ABRAM GARFIELD: Profesördü ve Lincoln hayranı olarak yetişmişti Cumhuriyetçi Parti lideri oldu (1876). Başkanlığa 1880’de seçildi. Kendisine yardım edilmediğini öne süren bir işsiz tarafından öldürüldü. FRANKLIN D. ROOSEVELT: 1921’de çocuk felcine yakalandı. 51 yaşında başkan seçildi. Amerika’da hiçbir başkan 8 yıldan fazla iktidarda kalmamıştı. 12 yıl üç ay başkanlık yaptı. II. Dünya Savaşı’nın sonunu göremedi. HARY S. TRUMAN: Roosevelt’in başkanlığında yardımcısı idi. Ölmesi üzerine otomatik şekilde başkan oldu. Japonya’ya savaşta iki atom bombası attırdı (1945). JOHN F. KENNEDY: Harvard’ı bitirdi. Nixon’a karşı başkanlığı kılpayı kazandı. Başkan seçildiğinde 44 yaşındaydı, Amerika’nın Katolik olan tek başkanıydı. Küba’yı ablukaya aldı. Zenci hakları için radikal davrandı. Dallas’da öldürüldü (1963). Kardeşi Robert Kennedy ise adalet bakanıydı. Başkanlık seçimine giremeden Los Angeles’ta öldürüldü. Üçüncü kardeş Edvard Kennedy 30 yaşında senatör seçilmişti. Türk düşmanı olduğunu defalarca açıkladı.

<#comment><#comment>3<#comment>

Erkan-ı devlet divanda yerini almıştı. Başta mühr-ü hümayun sahibi Veziriazam Kemankeş Ali Paşa olmak üzere kazasker, şeyhülislam ve diğer erkan hürmette kusur etmeden padişahın soruları cevaplandırmasını bekliyordu. Asırlardır cihana hükmeden bir devleti idare edecek hükümdarın saltanatı sağlıklı olarak devam ettirmesi için ‘sağlıklı’ olması gerekiyordu.
Gerçi içlerinde tahta geçtiklerinde buluğ çağına ermemiş olanlar görülmüştü ama sonuçta ulema çevresi ile bu eksiklik bir derece giderilmişti. Eksikliği giderilmeyecek tek husus ‘akıl’dı. Hükümdarın yeteneklerinden çok aklının yerinde olup olmadığı üzerinde duruluyor ve bu yüzden ‘akıl sağlığı’ dikkate alınıyordu.
İmtihanı, bir nevi zihin yoklaması da saymak mümkündü. Ulema heyeti ve divan katibi Osmanlı tarihindeki bu en önemli saltanat imtihanı için hazır olduklarını işaret ettiklerinde veziriazam söze “Siz efendimiz II. Mustafa hazretleri Osmanlı’nın yegane hakimi ve hükümdarısınız. Heyet-i divan, memleketi idarede kudretiniz kadar akl-ı selim sahibi olduğunuzu bilmek ve bunun bizatihi sultanımız tarafından teyidini duymak ister. İster ki başta akıl olmak üzere cümle sağlığınız devletin selametine mani teşkil etmesin.
Devletin sağlığı her şeyden mühimdir. Bunun için evvel emirde padişahımızın da sıhhatinin ve akli melekesinin iyi olması lüzumludur” diye başlar. Bu son derece elzem yani gerekli giriş faslı, heyecanı bir nebze bastırmak ve kendisinin sigaya çekiliyormuş gibi bir düşünceye kapılmasını önlemek gayesi ile yapılır. Sözcükler seçilerek ve samimi bir hava içinde takdim edilir. Yavuz Selim, Kanuni gibi yetkin padişahlar bu tür soruların muhatabı değildir. Fatih Sultan, Ak Şemsettin ve Molla Gürani gibi hocalardan feyz almış ve tarihe imtihanla değil, iftiharla geçmiştir. Şimdi farklılık arz eden padişah imtihanına girelim.

- Evvela adın nedir?

12 Eylül 2010, Pazar 05:00

Oh be 'dünya' varmış'

<#comment>

'12 Dev Adam' göğsümüzü kabarttı, dünya spor tarihine Türkiye'nin adını altın harflerle yazdırdı. Basketbolun Türkiye'deki 100 yıllık tarihi; hüzünlerle, sevinçlerle doluBu yol kolay yürünmedi. Basketbola ömrünü adayan, başarılı olmak için her şeyi yapan o müthiş insanları anmadan olmaz. İşte size geçmişten günümüze bir ‘pota’ demeti...

50 yıllık yazı hayatına hezimetler ya da hüzünler yer etmiş bir kişinin gerçekle yüz yüze kaldığında neler hissettiğini size anlatabilseydim. Bunun bir düş olmadığını biliyor ama yine de düşler aleminde geziyordum. ‘Dünya’ çocukları pota savaşı veriyor, gözlerim her molada ponpon kızlar yerine, bu çocukların dedelerini, babalarını ya da ağabeylerini görüyordu. Şair, “Dünya kaçtı gözüme” dizesini bu günler için mi yazmıştı? Sanki asırlık bir resmi geçit içinde beni ve dünyayı selamlıyorlardı.

Gülümseyen gözlerinde 100 yıllık bir iz bırakmanın ve galiba biraz unutulmuş olmanın hüznü vardı. Ama buna rağmen “Olsun ,biz olamadık ama bizim çocuklar başardılar” demenin coşkusu içindeydiler. Süreyya Genca, Kerim Bükey, Vedat Abut, Feridun Koray, Turgut Atakol, Faik Gökay, Uğur Erel ve Osman Solakoğlu’nu, şimdiki başkan Turgay Demirel öpüyordu, “Sizler olmasaydınız ‘dünya’mız kararırdı” diyerek. Sonra Tanyeviç’i gördüm. Yanında kimler yoktu ki? Yuda Çerasi, Samim Göreç, Osman Kermen, Naili Moran vardı. En kalbi hisleriyle onlara gülümsüyordu. Baba Kemal Erdenay, oğul Harun Erdenay’ı kutluyor, Amerika’dan gelip milli takıma giren Hüseyin Öztürk, Hidayet ve maskeli süvari Ersan’a el sallıyordu. Cem Atabeyoğlu, Erdoğan Arıpınar’a “Şükür ki görebildik” diyor, Namık Sevik, Necmi Tanyolaç, Kahraman Babçum ve tabi ki Hıncal Uluç “Biz demedik mi, yazmadık mı” diye seviniyordu.

Başarı potaya zembille inmiyordu. Hüsamettin Topuzoğlu’dan Ertan Anadol’a, Arman Talay ve Necip Kapanlı’dan Doğan Ersavaş’a, Ömer Araz’dan Esat Yılmazer, Ünal ve Çetin Yılmaz’a yazılması ve aşılması çok uzun bir yolda yürüdük. Biz Spor ve Sergi Sarayı’ndan geldik. Duşumuz akmaz, kaloriferimiz yanmazdı. İnancımızdan başka bir şeyimiz yoktu bizim..Ama şimdi artık bir ‘dünya’mız var...

BASKETBOLDA AMERİKAN YARDIMI

James Naismith aslen Kanadalı idi. Amerika’da Springfield’de YMCA da spor öğretmenliği yapıyordu. Beyzbolculara yararlı olacak bir kış idmanı düşünüp, basketbolu ilkel biçimde oynatmıştı. Oyun zamanla gelişip kış idmanı olmaktan çıkacak ve Naismith 13 maddeye dayalı basketbolü salonda oynatacaktı (20 Ocak 1892). Hızla yaygınlık kazanan basketbolun Türkiye’ye girişi için yıllar geçmesi gerekecekti. YMCA 1920’de İstanbul Müdürü Diver’in öncülüğünde Selim Sırrı Tarcan ve Öğretmen Okulu öğrencileriyle harekete geçmiş ve çalışmalar tamamlanınca 4 Kasım 1921’de Darülmuallimin-i Aliye yani Yüksek Öğretmen Okulu’nun Cağaloğlu’ndaki binasının karşı bahçesinde ilk ciddi basketbol maçını oynatmıştır: YMCA: 18 Türk Takımı: 14 (Kaptan Ahmet Robenson).

BASKETBOL MINTIKASI

Galatasaray ve Fenerbahçe’nin çalışmalarına Nişantaşı da eklenmiş ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı (Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü) kurulması ile (1923) İstanbul Basketbol Mıntıkası oluşturulmuştu. Kurtuluş, Beyoğluspor Maccabi, Protkeba İtalyan Kartal, İstanbul Ligi’nde yer almışlardı. Musevi vatandaşların oluşturduğu Maccabi takımı şampiyonluğu kimseye bırakmamıştır. Türkiye’de ilk basketbol, İstanbul’da Robert Kolej’de oynanmıştı (1904). Amerikalı bir öğretmenin bu oyunu öğrencilerine göstermesi ülkemizdeki basketbolun yaygınlaşmasında ilk adımlar olmuştu. Milli Takım Naili Moran’ın öncülüğünde oluşmuştu. Sporcular ve basketbola gönül verenler aralarında topladıkları para ile Yunanistan’ı ülkemize getirmişlerdi. Beyoğlu Halkevi Salonu’ndaki bu ilk milli maçta, takımımız Yunanistan’ı 49-12 yenmişti (24 Haziran 1936). Bu sonuç Milli Takım’a olimpiyat oyunlarının kapısını açmıştı. Milli Takım Şili ve Mısır’a yenilecek ama uluslararası alanla tanışacaktı.

EFES PİLSEN’İN YILDIZLARI

Başkan Vedat Abut’un çabaları, Faik Gökay döneminde hızlanmış yıldızlar ve kızlar kategorilerinin oluşturulması, bu spor dalının yaygınlaşıp büyümesinde etkin rol oynamıştı. 1966-1967 sezonu basketbol için yeni bir dönemdi. Türkiye Basketbol Federasyonu, Deplasmanlı Ligi oluşturacak, başta Osman Solakoğlu olmak üzere, salonlar kaygan zeminden kurtulacaktı. “Kolay ve geçici“ yerine, “Zor ve sürekli” anlayışı benimsemek, zaten sporun temel hedefi olmalıydı. Basketbol da bu anlayışın dışında değildi. Müesseseler içinde çağdaş atılımı Eczacıbaşı başlatmış, ısrarlı takipçisi ise Efes Pilsen olmuştu. Köklü zirve bakışını, zamanla alt yapıya indirmiş ve en güçlü oyuncu ve koçlarla sadece ülkenin değil, Avrupa’nın da yıldızlar takımı olmuştu.

ÖNEMLİ NOT: Spor hayatımız boyunca başarıları, skorla değerlendirenlerden olmadık. Övgüler için ne final, ne de şampiyonluk gününü bekledik. Başarıyı kupa ve madalya ile ölçmedik. Bu yazıyı Fransa maçından önce yazdık. (E.H.)

POTA ALTINDA ASIRLIK İZLER

-Galatasaraylı Ahmet Robenson İngiliz baba ve Hintli bir anneden dünyaya gelmişti. Ahmet adını almış ve sporun ıssız adası durumundaki basketbolumuzda tam bir Robenson olmuştu. Sonrasında Amerika’ya gidecekti (1930).

-İlk Basketbol Milli Takım’ı Feridun, Habip, Penso, Naili Sakalak, Hayri, Nihat ve Sadri’den kuruluydu. Naili (Moran) önemli yöneticilerden olmuş, Atletizmin öncülerinden sayılmıştı. Sadri ise futbolun Arap Sadri’si idi. Sadri Usuoğlu aynı yönetim gayretlerini futbolda gösterecek ve Beşiktaş’a uzun yıllar hizmet edecekti.

-Basketbol hayatını l950-58 yılları arasında Darüşafaka ve Beşiktaş da sürdüren Hüdai Budanur kısa boyuna rağmen erişilmez bir rekorun sahibi oldu. Beşiktaş’ın İstanbul Karagücü ile yaptığı maçta takımının bütün sayılarını attı. 16 Mart 1957 tarihindeki bu maç Hüdai’nın basketleriyle 110-56 bitti.

-Yalçın Granit basketbolun ilk devi olarak her zaman hatırlanacaktır. Darüşşafaka, Galatasaray ve Racing’de (Fransa) oynadı. Milli Takım kaptanlığı yaptı. 68 maçta 896 sayı atarak rekor kırdı. Milli Takım’ın, Galatasaray’ın, İTÜ’nün ve Eczacıbaşı’nın en iyi teknik direktörü oldu.

GERÇEK ‘DEV’ ADAM

-Basketbolumuzun gerçek dev adamı Hüseyin Alp’ti (Boyu 2 metre 15 santimdi). Sivas 4 Eylül Kulübü’nün önerisi ve İTÜ’nün daveti ile İstanbul’a geldiğinde 25 yaşındaydı. İTÜ ve Altınordu’da oynadı .

-Faruk Akağün basketbol alanında geniş yer tutan bir öğretmendi. Modaspor (l963), PTT, Kadıköyspor, Altınyurt, Fenerbahçe, Efes Pilsen, Çukurova, Taçspor, Eczacıbaşı gibi kulüplerin formasını giydi. Teknik direktörlük yaptı.

-Lütfü Arıboğan başta Efes Pilsen olmak üzere çeşitli kulüplerde oynadı. Yöneticilik yaptı. Şu anda basketbol değil de Futbol Federasyonu Başkan Vekili.

-Turgut Atakol sporun temel taşlarından biridir. Galatasaray’da basketbol oynarken kürekte ‘geçilmez’ olarak bilinen 4 tek takımında yer aldı. Basketbolun başkanı oldu (1958-1964). Hakemlikte uluslararası ün yaptı. ‘Basketbol Hakem Tekniği’ kitabı FİBA tarafından hakemlere kılavuz olarak kabul edildi.

BASKETÇİ VE FUTBOLCU

-Can Bartu gerçek anlamda hem futbol hem basketbol oynayan bir sporcuydu. Basketbola Fenerbahçe’de başladı. 6 kez milli oldu. Fikret Arıcan’ın ön ayak oluşuyla futbolu tercih etti.

-Yakovas Bilek, Kurtuluş’ta oynadı. Uluslararası basketbol hakemliğine yükseldi. 1961’de Almanya’ya gitti ve 5 yıl Almanya Milli Takım’ının tek seçiciliğini yaptı. Köln’de spor yazarlığı da yaptı.

-Kemal Erdenay’ın hayatı İTÜ ile özdeşleşti. Şekerspor ve Muhafızgücü’nde de oynadı. İTÜ’nün sembolü haline geldi. Harun Erdenay da bundan nasibini aldı ve bu spora 10 yaşında burada başladı. Efes’te oynayıp Kemal Erdenay’ın çalıştırdığı İTÜ’ye döndü.

-Sadi Gülçelik de (1930-1980) spor hayatına Galatasaray’da voleybol oynayarak başladı. 1955’e kadar bu kulüpte hem voleybol hem basketbol oynadı. Karagücü ve Modaspor’da yer alıp Milli Takım’a 206 sayı kazandırdı. ENKA’da adına spor tesisleri yapıldı.

-Yılmaz Gündüz, Galatasaray ve Mülkiye’de oynadı. Ankaragücü’nde ise hem basketbol hem de futbol oynadı. Fenerbahçe’ye geçti. Burada basketbolun yanı sıra futbolu da sürdürdü santrafor mevkiinde yer aldı. Sinemada yönetmenlik ve oyunculuk yaptı.

-Erdoğan Karabelen, Fenerbahçe’de ünlü bir atletti. Milli oldu, 110 engellinin sayılı isimlerindendi. Basketbola başlayıp Darüşşüfaka forması giydi. Belçika’da ve tekrar Fenerbahçe’de oynayıp koçluk yaptı. Osman Kermen basketbolun dışında tenis ve biniciliğin önemli isimlerindendir. Basketbolda asbaşkanlık, hakemlik yaptı. 5 spor kitabı yayınladı. Türkiye’nin günlük ikinci spor gazetesini yayınladı (1954).

-Altan Dinçer, Fenerbahçeli ünlü voleybolcu Voleybolcu Seçkin Töreli’nin’in eşi. Pota altına Vefa’da girdi. Modaspor, Fenerbahçe ve Milli Takım’da ün elde etti (1952). Milli forma altında 677 sayı attı. Oğlu Fenerbahçeli Kemal’i de basketçi olarak yetiştirdi.

-Mehmet Baturalp, basketbol kapsını Darüşşafaka’da açanlardandır. Fenerbahçe’de yıldız ve sembol oldu. Milli takımın l5 kez kaptanı ve teknik direktörü oldu. İTÜ ve Fenerbahçe’yi de çalıştırdı.

-Aydan Siyavuş 8 yaşında basketbola başladı. Kadıköyspor’da gelişti. Milli Takım, Eczacıbaşı, Efes Pilsen’in koçluğunu yaptı. Efe Aydan gibi çok sayıda yıldız yetiştirdi.

-Aydın Örs salona 1974’te girdi, DSİ ve Şekerspor da oynadı (1973-81). Milli formayı taşıdı. Efes Pilsen ve Fenerbahçe’de teknik adamlığını en üst dereceye çıkardı.

-Barış Küce basketbola Kolej’de başlamış, Fenerbahçe ve İTÜ’de oynamıştı. Sonra tekrar Ankara’ya dönecek Muhafızgücü, Kolej ve Ankaragücü’nde oynayacaktı.

-Erdoğan Partener Galasaray’ın ünlü basketbolcusuydu ama aynı zamanda voleybol ve hentnbolda da bir yıldızdı.

-Erdal Poyrazoğlu Kolej, Fenerbahçe, Muhafızgücü, Karagücü ve Eczacıbaşı forması giydi. İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesi de olmuştu.

-Zeki Tosun İTÜ’nün sembolü olmadan önce futbolda Kırklarelispor’un kalesini koruyordu. 18 yaşında İTÜ’ye geldi Kemal Erdenay ile İTÜ’de yıldız oldu.

-Emir Turam Basketbola Galatasaray’da başlamış Eczacıbaşı ve Efes’te oynamıştı. Sporda bilimsel çalışmalar yapan bir öğretim üyesi oldu.

-Ali Uras, sadece basketbolun değil sporun da başkanlarındandı. Galatasaray formasını 1924’te giymişti. Kaptan ve profesör oldu. Kulübün başkanlığını yaptı (1985).

EFE VE ERMAN

-Efe Aydan basketbola Galatasaray’da başladı (1971). KSK, Fenerbahçe, Eczacıbaşı formalarını giydi. 180 kez milli oldu yıldız basketbolcu olarak şampiyonluklarda en büyük pay sahibiydi.

-Mehmet Ali Yalım, Ankara ve Türk basketbolu denilince akla gelen ilk isimlerdendir. Harp Okulu ile Ankara Karması’nın da kaleciliğini yaptı. Başarılı bir hentbolcü ve atletti. Basketbol Milli Takım’ının kaptanlığını yaptı ve 208 sayı kazandırdı. Milliyet de uzun yıllar yazdı, albay rütbesi taşıdı.

-Ünal Büyükaycan: İzmir’de KSK’da yetişti. Galatasaray ve Belçika’da oynadı, Milli Takım ve Beşiktaş’ta yer aldı. Teknik direktörlük yaptı. Eşi Caner (Arda) Galatasaray’da voleybol ve basketbolda başarılı oldu. Kürekte şampiyondu. Oğulları Ömer Eczacıbaşı’nın yıldızıydı.

-Şengün Kaplanoğulu: Milli Takım’da 115 maça çıktı. 62 kere kaptanlık yaptı, 1353 sayı attı. Yenişehir, Mülkiye, Modaspor ve 14 yıl Galatasaray’da oynadı. Teknik direktör olarak hizmet verdi.

-Erman Kunter İTÜ’den yetişenlerden oldu. Beşiktaş, Yenişehir Meysu ve Eczacıbaşı’nda oynadı. 150 kez milli formayı giydi. Teknik direktör olarak basketbolü sürdürdü. Hüseyin Kozluca Fenerbahçe’de basketbola başladı. 1956’da Galatasaray’a ,sonra tekrar Fenerbahçe’ye geçti (1963). Ligde sayı kralı oldu.

-Doğan Hakyemez Basketbola 14 yaşında başladı. Efes Pilsen’in ve Milli Takım’ın formasını giydi. Karşıyaka’da spor hayatını sürdürdü.

-Turhan Tezol, İzmir’de yetişti. Modaspor’un başarılarında pay sahibi oldu. Milli Takım’a 26 kez kaptanlık yaptı. 472 sayı kazandırdı. Basketbola İzmir Altınordu’da veda etti.

-Gülseren Gönül en başarılı kadın basketbolcu olarak kabul edildi. İlk maçına l964’te çıktı. Ortalama 30 sayı yaptı. Ligde 4 maçta 183 sayıya ulaştı. 16 yıllık basketbol hayatını Kolej, Yükseliş, Beşiktaş ve ODTÜ’de sürdürdü. Viyana’da oynadı. 2 metre 5 santim boya sahipti.

-Ayten Salih, Fenerbahçe’nin voleybol ve basketbolda yıldızıydı. Ayrıca atletizm ve kürek dallarında faaliyet gösterdi. Kıbrıs’ta mücahitler arasında yer aldı. Doktordu.

-Kadın Milli takımı’nın ilk çalıştırıcılığını Beşiktaş’ın yıldızı Fehmi Sadıkoğlu yaptı (1987-1992). Daha sonra bu görevi Bailey, Murat Tümer, Erdinç Talu, Aziz Akkaya ve Cem Akdağ gibi isimler sürdürdü.

<#comment><#comment>4<#comment>

'12 Dev Adam' göğsümüzü kabarttı, dünya spor tarihine Türkiye'nin adını altın harflerle yazdırdı. Basketbolun Türkiye'deki 100 yıllık tarihi; hüzünlerle, sevinçlerle doluBu yol kolay yürünmedi. Basketbola ömrünü adayan, başarılı olmak için her şeyi yapan o müthiş insanları anmadan olmaz. İşte size geçmişten günümüze bir ‘pota’ demeti...

50 yıllık yazı hayatına hezimetler ya da hüzünler yer etmiş bir kişinin gerçekle yüz yüze kaldığında neler hissettiğini size anlatabilseydim. Bunun bir düş olmadığını biliyor ama yine de düşler aleminde geziyordum. ‘Dünya’ çocukları pota savaşı veriyor, gözlerim her molada ponpon kızlar yerine, bu çocukların dedelerini, babalarını ya da ağabeylerini görüyordu. Şair, “Dünya kaçtı gözüme” dizesini bu günler için mi yazmıştı? Sanki asırlık bir resmi geçit içinde beni ve dünyayı selamlıyorlardı.

Gülümseyen gözlerinde 100 yıllık bir iz bırakmanın ve galiba biraz unutulmuş olmanın hüznü vardı. Ama buna rağmen “Olsun ,biz olamadık ama bizim çocuklar başardılar” demenin coşkusu içindeydiler. Süreyya Genca, Kerim Bükey, Vedat Abut, Feridun Koray, Turgut Atakol, Faik Gökay, Uğur Erel ve Osman Solakoğlu’nu, şimdiki başkan Turgay Demirel öpüyordu, “Sizler olmasaydınız ‘dünya’mız kararırdı” diyerek. Sonra Tanyeviç’i gördüm. Yanında kimler yoktu ki? Yuda Çerasi, Samim Göreç, Osman Kermen, Naili Moran vardı. En kalbi hisleriyle onlara gülümsüyordu. Baba Kemal Erdenay, oğul Harun Erdenay’ı kutluyor, Amerika’dan gelip milli takıma giren Hüseyin Öztürk, Hidayet ve maskeli süvari Ersan’a el sallıyordu. Cem Atabeyoğlu, Erdoğan Arıpınar’a “Şükür ki görebildik” diyor, Namık Sevik, Necmi Tanyolaç, Kahraman Babçum ve tabi ki Hıncal Uluç “Biz demedik mi, yazmadık mı” diye seviniyordu.

Başarı potaya zembille inmiyordu. Hüsamettin Topuzoğlu’dan Ertan Anadol’a, Arman Talay ve Necip Kapanlı’dan Doğan Ersavaş’a, Ömer Araz’dan Esat Yılmazer, Ünal ve Çetin Yılmaz’a yazılması ve aşılması çok uzun bir yolda yürüdük. Biz Spor ve Sergi Sarayı’ndan geldik. Duşumuz akmaz, kaloriferimiz yanmazdı. İnancımızdan başka bir şeyimiz yoktu bizim..Ama şimdi artık bir ‘dünya’mız var...

BASKETBOLDA AMERİKAN YARDIMI

James Naismith aslen Kanadalı idi. Amerika’da Springfield’de YMCA da spor öğretmenliği yapıyordu. Beyzbolculara yararlı olacak bir kış idmanı düşünüp, basketbolu ilkel biçimde oynatmıştı. Oyun zamanla gelişip kış idmanı olmaktan çıkacak ve Naismith 13 maddeye dayalı basketbolü salonda oynatacaktı (20 Ocak 1892). Hızla yaygınlık kazanan basketbolun Türkiye’ye girişi için yıllar geçmesi gerekecekti. YMCA 1920’de İstanbul Müdürü Diver’in öncülüğünde Selim Sırrı Tarcan ve Öğretmen Okulu öğrencileriyle harekete geçmiş ve çalışmalar tamamlanınca 4 Kasım 1921’de Darülmuallimin-i Aliye yani Yüksek Öğretmen Okulu’nun Cağaloğlu’ndaki binasının karşı bahçesinde ilk ciddi basketbol maçını oynatmıştır: YMCA: 18 Türk Takımı: 14 (Kaptan Ahmet Robenson).

05 Eylül 2010, Pazar 05:00

SARAYIN AŞIK BESTEKARLARI

Sadece haremde bulunan cariyelere müzik hocalığı yapmamışlardı. Padişahın huzurunda da meşk etmiş, Ramazan gecelerinde sesleri sarayın duvarlarında yankılanmıştı. Onlar döneminin en ünlü bestekarlarıydı. Hacı Arif Bey, 1831 yılında Eyüp Sultan’da dünyaya gelmişti. Eyüp Şer’i Mahkemesi katibi Ebu Bekir Efendi’nin oğludur. Küçük yaşta sesinin güzelliği ve yeteneği ile dikkati çekmiş, ilk musiki eğitimini Eyyubi Mehmed Bey ile Zekai Bey’den almıştı. Hacı Arif Bey saray tarafından da fark ediliyor ve Muzıka-yı Hümayun’a atanıyordu. Bu dönemde 30 fasıl öğrenmiş, günümüzün tabiri ile “meşk” etmişti. Kendisini bir tesadüf eseri dinleyen Padişah Abdülmecid, Hacı Arif Bey’i mabeynci olarak hareme alacak ve cariyelere müzik eğitimi için görevlendirecekti. Fevkalade müzik kabiliyeti, mükemmel hafızası olduğu belirtilen Hacı Arif bey besteleri bir dinleyişte hatasız tekrar edebiliyordu. Cariyelere hocalık etmeye başladığında 20 yaşındaydı. Çok yakışıklı olan Hacı Arif Bey’in saraydaki ilk aşkı, 15 yaşındaki Çerkez asıllı cariye Çeşm-i Dilber olmuştu. “Kürdili Hicazkar” makamını da bu sıralarda buluyor ve “Geçdi zahm-i tir-i hicrin dil-i na’şadıma” şarkısını Çeşm-i Dilber’e besteliyordu. Sarayda dedikoduların artması üzerine padişah, Hacı Arif Bey’i Çeşm-i Dilber ile evlendirip 60 altın maaşla saraydan çıkarmıştı. Ancak bu evlilik iki yıl sürecek, Çeşm-i Dilber çocuklarını da bırakarak bir başkasını tercih edecekti. Cemil ve Nebiye isimli çocuklarıyla padişahın ihsan ettiği konakta yalnız başına kalan Hacı Arif Bey de kederini “Niçin terk eyleyip gittin a zalim” isimli bestesiyle dile getirecekti.
Hacı Arif Bey 30 yaşına gelmişti. Padişahın saraya mabeynci olarak yeniden alması ve cariyelerin eğitiminde görevlendirmesi yeni bir aşkın doğmasına neden olacaktı. Eski dedikodular alevlenmiş, olay padişaha kadar aksetmişti. Bestekarın yeni ilham kaynağı Züli Nigar’dı. Padişah, Hacı Arif Bey’i ikinci kez evlendiriyor, ancak Zülf-i Nigar yakalandığı verem hastalığından kurtulamayarak vefat ediyordu. “Olmaz ilaç sine-i sad pareme” de bu günlerde bestelenecekti. Bestekarın üçüncü eşi yine bir cariyedir. Valide Sultan’ın kendi dairesinde bulunan Nigarnik ile evlenen (1870) Hacı Arif Bey, Zincirlikuyu’daki çiftliğine çekilmişti. Ancak aşırı şöhret, kaprisi de beraberinde getiriyor, Abdülaziz tarafından 40 altın maaşla saraydaki görevine son veriliyordu. Dördüncü kez göreve getirilişi sırasında kaprisleri sürmüş, padişah tarafından 50 gün oda hapsi ile cezalandırılmıştır. Bir gecede 8 şarkı bestelediği ve aynı güfteye 7 ayrı beste yaptığı bilinen Hacı Arif Bey, 28 Haziran 1885’te vefat etmişti.

AŞKI İÇİN HAPİS YATTI

Sadullah Ağa, III. Selim döneminin ünlü musiki üstatlarından biridir. Padişah huzurunda düzenlenen saz toplantılarını yönetmekle kalmamış, Hacı Arif bey gibi, cariyelere müzik dersleri de vermişti. Ancak öğrencilerinden Mihriban’a aşık olmuş, oradaki kalfaya rağmen tüm şarkıları gözlerinin içine bakarak okumaya başlamıştı. Her geçen gün Mihriban’a biraz daha bağlanan Sadullah Ağa sevdasını açıklamaya karar veriyordu. Aşkı karşılıksız değildi ve açıktan açığa sevgilerini yaşamaya başlayacaklar, padişahın da bu ihaneti öğrenmesi uzun sürmeyecekti. Bu cüret cezasız kalamazdı. Padişah Sadullah Ağa’nın öldürülmesini emretmişti. Dar-üs-saade Ağası Bilal Ağa padişahın öfkesinin geçici olduğunu bildiğinden Sadullah Ağa’yı öldürmeyecek ve uzak bir yere hapsedecekti. Sadullah Ağa hapsedildiği yerde Bayati Araban faslını bestelemiş, kendisini sevenler padişahın neşeli olduğu bir gün huzurunda dinletmeye karar vermişlerdi. Herkes padişahı dikkatle izliyordu. Dinlediği eseri çok beğenip bestenin sahibini öğrenmek isteyen padişah, Sadullah Ağa ismini duyunca oldukça üzülmüştü. Bilal Ağa gerçeği anlatıyor, III. Selim de “Tez Sadullah Ağa’yı getirin” diyordu. Karşısına geldiğinde “Sana bin cariye feda olsun” diyecek ve Sadullah Ağa’ya hem ihsanlarda bulunacak, hem de aşık olduğu cariye Mihriban‘la evlendirecekti. Sadullah Ağa’nın hayatını kurtaran bestenin güftesi şöyledir: “Padişahım, lütfedip meşruru şadeyle beni Naümidim, bir nazar kıl bermuradeyle beni Hatırımdan bir nefes gitmez duayı devletin Sen de kanıkerem lütfunla şadeyle beni.”